"İslam dünyası diye bir şey var mı?" sorusu bir takım tuzaklar içeriyor...
Taha Kılınç, İslam dünyası fikrine karşı yakın dönemde ileri atılan görüşlerin atalete ve yılgınlığa sebep olabileceğini ifade ediyor.
Taha Kılınç / Yeni Şafak
Bize düşen…
Pazar günü, dikkatli ve meraklı bir dinleyici kitlesiyle, Ankara Sincan’da “İslâm Dünyası neresi?”, “İslâm Dünyası’na nasıl bakalım?”, “Coğrafyamıza karşı vazifelerimiz nelerdir?”, “Gelecekte Müslüman dünyayı neler bekliyor?” gibi birçok soruyu müzakere ettiğimiz keyifli bir buluşma gerçekleştirdik. Birkaç ay önce programı netleştirirken, doğrusu “Yaz ortasında, herkesin tatile gittiği bir zamanda, pazar günü öğlen vakti, hem de okullar kapalıyken böyle bir hasbihale acaba katılım olur mu?” diye düşünmüştüm. Ancak beni davet eden kardeşlerim öylesine istekli ve heyecanlıydı ki, içimden geçenleri onlarla paylaşmadım ve “Ya nasip” diyerek davete icabet ettim. İyi ki etmişim. Karşımda konuşmamı pürdikkat dinleyen, yüz ifadelerinden sözlerimi yüreklerine süzdüklerini anlaşılan ve sorularıyla “dert sahibi” olduklarını gösteren insanlar, kardeşler buldum.
“İslâm Dünyası neresi?” veya “İslâm Dünyası diye bir yer gerçekten var mı?” sorularını çok önemsiyorum. Çünkü özellikle 20’li yaşlardaki gençlerimizde, Müslümanların şu anda içinde bulundukları durumun ve Batı’dan zihinlerimize doğru akan çeşitli cereyanların tesiriyle “İslâm Dünyası diye bir yer yok!” şeklinde özetlenebilecek yaygın bir karamsarlık ve umutsuzluk gözlemliyorum. Sosyal medyada sürekli şahit olunan -ya da karşılarına çıkarılan- iç karartıcı detaylar, gençlerimizi başka uçlara savuran bir diğer etken: İslâm’a, Müslümanlara, Müslüman dünyaya yönelik eleştiriler, tahkirler, aşağılamalar gırla gidiyor. Anne-babalar ve eğitimciler de haliyle ne yapacaklarını şaşırmış durumdalar. “Çocuğumu kendi ideallerime ikna edemiyorum”, “Yavrumla zihnen yollarımız ayrıldı”, “Kendi gençliğimdeki atmosferi şimdi ben oluşturamıyorum”, “Çocuğumu kaybedecek noktaya geldim” ve daha bir sürü cümle, onların ta yüreklerinden kopup ortalığa dökülüyor her gün. Bir şeyler yapılmalı, ama ne? Derdi olan herkes işte bu noktaya odaklanmış durumda.
“İslâm Dünyası diye bir yer gerçekten var mı?” sorusuna cevabımın şöyle derinlerden gelen güçlü bir “Evet!” olduğunu söylememe gerek yok. Bütün seyahatlerimde, okumalarımda ve hayattaki hemen her detayda kendini devamlı tekrarlayan bir cevap bu. Öyle birilerinin yaptığı gibi, koltuğumda yayılarak ve gevşeyerek “İslâm Dünyası fikri bir ütopyadan ibaret, baksanıza etrafınıza” diyemiyorum. Hem içinde yaşadığım ve ait olduğum bu coğrafyaya karşı bu kadar kötü niyetli ve negatif değilim, hem de bu soruya vereceğim cevabın bizzat benim istikametimi tayin edeceğinin de farkındayım.
Pazar günü, önce “İslâm Dünyası neresi?” sorusuna -özetle- “İslâm Dünyası, eskiden mağripten maşrıka, tarihî şehirlerimizin kurulduğu geniş coğrafyaydı, ama şimdi dünyanın dört bir yanında artık Müslümanların yaşamadığı veya gündeme gelmediği yer neredeyse kalmadı. O zaman, İslâm Dünyası eşittir yerkürenin tamamı diyebiliriz. Yüz yıl sonra bu soruyu cevaplayanlar, dünyanın tamamından bahsetmek durumunda kalacak” şeklinde bir cevap verdim. Ardından İslâm Dünyası’na nasıl bakmak gerektiğini izah sadedinde, şu maddeleri sıraladım: “Muhabbetle bakmalı, aidiyet hissederek bakmalı, önyargısız bakmalı, gerçekçi bakmalı, bilgi eksenli bakmalı, çeşitliliği görerek bakmalı ve bütüncül bakmalı.” (Söz konusu maddeleri 2 ve 6 Nisan 2022 tarihlerinde, bu köşede arka arkaya iki yazıya konu ettiğim için, detaylarına girmiyorum.)
Programın sonunda sorulan sorular arasında, şu özellikle önemliydi:
“Herkes, bayrağın düştüğü yerden kalkacağını ve İslâm Dünyası’nı yeniden Türkiye’nin toparlayacağını söylüyor. Gerçekten böyle mi? Buna inanmak için elimizde somut sebepler var mı?”
Cevaben, İslâm coğrafyasının çok farklı noktalarına farklı tarihlerde yaptığım seyahatlerden çeşitli hatıralar anlattıktan sonra, şöyle dedim:
“Görüyorsunuz, bize karşı çok büyük bir hüsnüzan, hüsnükabul ve muhabbet var. Tüm bunlar, aynı zamanda omuzlarımızın üzerinde muazzam birer sorumluluk olarak duruyor. Tembellik etme veya hamasetle oyalanma lüksümüz yok. Her alanda, yapılacak sayısız iş bizi bekliyor. Attığımız adımların sonuçlarını hemen ve bugün görme saplantısından tamamen uzaklaşarak, uzun soluklu yürüyüşlere başlamak durumundayız. Ki bizden sonrakiler, bizim yaptıklarımızın üzerine birer tuğla daha koyarak kendi zamanlarının görevlerine rahatlıkla odaklanabilsinler. Eğer tembel davranırsak, gelecek nesilleri de o zamana kadar çoktan bitirilmiş olması gereken işlerle oyalamış olacağız.”
HABERE YORUM KAT