İslâm-bilim çatışması
İslâm bilgi sistemini çalışmamış birisinin, “İslâm ve bilim çatışması” üzerine ahkâm kesmesi doğru mu? Değil elbette.
Bu ne İslâm, ne de başka bir din için doğrudur. Hatta dinî olmayan (lâ dinî) düşünce sistemleri için de bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak, hakkaniyetin bir gereği değildir.
Çünkü, bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak, insanı bağnazlığa ve taassuba götürür. Aklının dizginlerini, önyargılarının kontrolüne veren kişi de kendisinden görmediği kişi ve gruplar hakkında, en hafifiyle, sûizanda bulunur.
Darwin Yılı” ekseninde yaşanan son gelişmeler, “bilim-din çatışması” polemiklerini de tetikledi. İslâm epistemolojisinden bîhaber kesimlerden açıkca veya telmihen “din ve bilim çatışması” üzerine yâveler duymaya yeniden başladık.
Bilim adına kendisini din karşıtı konuşlandırmış bu marjinal kesim, arkasında devasa bir felsefe birikimi olan Batı’daki bilim-din çatışması ve aydınlanma jargonundan arakladığı kavramları, ortaya çıktığı dünyadaki karşılığını gözardı ederek, “İslâm ve bilim çatışması” argümanlarına malzeme yapma gafletine düşüyor.
Bunların zihin dünyasında, din denilince bütün dinler eşitleniyor! Hıristiyanlık ve İslâm arasındaki bilgi sistematiğinin farklı olabileceği akıllarına bile gelmiyor. “Hıristiyanlık bilimle çatışmışsa eğer, İslâm da bilimle çatışmak zorundadır” algısıyla hareket ediyorlar.
Mantık bu işte!
Bilmezler ki; aydınlanma döneminin meşhur din ve bilim çatışmasının esasını, dinden çok kilise ve bilim çatışması oluşturur.
Bunun da temelinde Aristo’nun evren hakkındaki görüşünün, Kilise’nin resmi görüşü olarak kabul edilmesi yatardı. Skolastik dünya görüşü, inanç ve bilgide, kilise doktrinleri ve Aristo’nun görüşlerinin sentezine mebnîydi. Problemin kaynağını da, bu sentezin Tanrı’ya atfedilerek masum kılınması oluşturmuştu.
Hıristiyan dünyada düşüncenin meşruiyeti kilisenin tasallutundaydı. Yeryüzünde Tanrı adına hareket eden ruhbanlar sınıfı, bilimsel düşüncede olduğu gibi, siyasi alanda da egemendi.
Kutsanmış bu sentez, bilimsel faaliyetlerle çeliştiğinde bilimsel faaliyetlerin vardığı, sonuçlar resmî olarak heterodoks / din dışı kabul ediliyordu.
“Aydınlanma” dediğimiz hareket, kilisenin kutsallaştırdığı bu skolastik anlayıştan, insan aklını esas alarak özgürleşme anlamına geliyordu. Din ve bilim çatışmasından çok kilise ve bilim çatışmasıydı söz konusu olan. Kilisenin iradesine karşı gelenler ise soluğu Engizisyon mahkemelerinde alıyordu.
Arka planına çok özetle değindiğim Batı’daki “Kilise-bilim çatışması”nın bizde bir karşılığı var mı?
Tek kelimeyle yok, olamazdı da.
Çünkü, İslâm’da ne kilise kurumu, ne de ruhbanlar sınıfı vardı. Tıpkı tarihsel tecrübemizde bilimsel düşüncelerini ortaya koydu diye, bunları yargılayan engizisyon mahkemelerinin olmadığı gibi.
Camiyi kiliseye eşdeğer gören, din ulemâsını ruhbanlar sınıfı gibi algılayan bizdeki aydınlanmacıların hikâyesi, bana, İspanyol romancı Miguel de Cervantes’in Don Kişot nâmıyla anlattığı vehimlerine ömrünü adamış mâceraperestin hikâyesini çağrıştırıyor. Don Kişot yeldeğirmenlerinde ne görüyorduysa, bunlar da İslâm’da aynısını görüyorlar...
Farklı bir tarihsel tecrübede yaşanmış bir realiteyi, karşılığı bizde olmadığı hâlde bağlamından kopartıp ve kendi tarihsel tecrübemizmiş gibi algılarsak, tarihi ve mekânı şaşırmışız demektir. Anakronizm dediğimiz tarihi ve çağı şaşırma tasavvur bulanıklığı tam da bu değil midir?
İmanî olmasa da, kültürel anlamda Müslümanca meseleye yaklaşabilselerdi, yani önyargılardan uzak, içten bir okuma deneselerdi, din ve bilim çatışmasının bize ne kadar yabancı olduğunu görürlerdi elbet.
Sadece şu kadarına değinmekle yetinelim. Müslüman bilgi sisteminde, bilim; Allah’ın kâinata koyduğu sırlardır. Bilimsel faaliyet ise, insanın kâinatın üzerine bina edildiği bu sistemi çözmesi, çözdüklerini de formüle edip günlük hayatında kullanmasından ibarettir.
Hulâsa, bilim Allah’ın (c.c.) işidir. Vahiy ise O’nun kelâmı. Dolayısıyla da Allah’ın işiyle sözü arasında bir çelişki mümkün değildir.
Vahiy ve bilim arasında bir çelişki olmaz, ama vahyi yorumlayan insanın içtihadı, bilimsel sonuçlarla çelişebilir. Bu durumda çelişki, yorumcunun muhâkeme tarzına ve vardığı sonuca hamledilir.
Açıklayıcı olur umuduyla hadis ilimlerinden bir örnek getirmek istiyorum.
Meselâ, hadis ilimlerinde metin tenkidinin bir gereği olarak, bir hadis metninin taşıdığı anlam “mutlak ilmî bir gerçek”le tenakuz hâlinde bulunursa, bu o hadisin reddine götürür.
Ya, yalancı bir râvinin iftirası söz konusudur, ya da hâfıza gücü zayıf bir râvinin naklettiği metni iyi ezber etmeden rivâyet etmesi yol açmıştır bu çelişkiye.
Bu konu son derece önemli ve ciddi bir konu olduğundan, bir köşe yazısıyla meram anlatılamaz.
Meselenin künhüne varmak isteyenler, emek vermek zorundadırlar. O zaman mütedeyyin insanların bilim karşıtı olmadığı, buna, müntesip oldukları dinin izin vermediğini belki anlarlar.
VAKİT
YAZIYA YORUM KAT