İslam artık toplumsal olarak Avrupa’nın bir parçası...
Batı'daki Müslüman nüfus Avrupa'da doğan Müslüman kuşaklar da düşünüldüğünde Avrupalı Müslümanların gittikçe artan gücünü göz ardı etmemek gerekiyor.
Nihayet Dergisi
Merceği yakınlaştırmak Batı’daki Müslümanlara neler oluyor?
1960’lı yıllarla birlikte Türkiye, Fas, Cezayir, Mısır veya Pakistan gibi İslam ülkelerinden Batı’ya doğru kitlesel göçün yaşandığı dönemde, bu göç hareketiyle on yıllar sonra nasıl bir geleceğin şekilleneceği yeterince tahmin edilemiyordu. Yarım yüzyılı aşkın bir dönemin ardından bugün Almanya, İngiltere, Fransa, Avusturya, Hollanda, Belçika, İsviçre, Danimarka ve İskandinavya ülkelerinde yerleşik hâle gelerek bu ülkeleri yaşam merkezi kılmış oranları ülkeden ülkeye yaklaşık yüzde 5 ila 10 arasında değişen Müslüman nüfus yaşıyor. Müslüman nüfusun Katolik ve Protestanlardan sonra üçüncü büyük dinî grubu oluşturduğu ülkeler söz konusu. Tahminler gelecek yıllarda bu oranın artacağı yönünde.
Girizgâh niyetine çok basit bir şekilde sayısal olarak dikkat çektiğimiz bu olgu, toplumda Müslümanların günlük yaşamlarında veya ülkelerin medya ve siyasetinde çatışmaları, ikilemleri, çifte standartları ama aynı zamanda yeni alanları, fırsat ve imkânları barındırıyor. Her ne kadar bazı ortak vasıfları olsa da birbirinden farklı tarih ve kültüre sahip birden fazla ülkede aynı dine mensup (İslam) olmakla birlikte farklı kültürel coğrafyalardan gelen göçmen kökenli azınlık bir kesimin çoğunluk toplumla iç içe yaşadığı bir coğrafyada bunların yaşanması doğal bir durum aslında. Yaşananları yorumlarken yapılan değerlendirmelerin genelleştirici ve tek tipleştirici bir yaklaşımdan ziyade dikkat çektiğimiz bu çeşitliliği gören bir bakış açısını içermesi önem arz ediyor.
Çeşitlilikle neyi kastettiğimizi biraz daha açabiliriz. Yukarıda sıraladığımız Avrupa ülkeleri din-devlet ilişkileri, entegrasyon kültürleri, sekülerlik-laiklik anlayışları itibarıyla birbirinden farklılık arz ediyor. Devlet ile dinî kuruluşlar arasında farklı iş birliği modelleri gelişmiş. Yabancı ve ötekiyle tarihsel olarak farklı tecrübeler yaşanmış. Yani konuların ele alınış tarzında hassasiyetler ve katılıklar farklılık gösteriyor. Bu noktalarda üç ana akım yani Anglo-Sakson, Fransız ve Orta Avrupa Alman akımları belirgin olsa da Hollanda ve İsviçre’de görüldüğü gibi küçük ülkelerin de kendilerine has karakteristik özellikleri mevcut. Azınlıkların bir arada yaşadığı İsviçre ile çoğunluğun baskın olduğu Fransa arasında ciddi mesafe söz konusu. Dolayısıyla ülkeler boyutunda -Aziz el-Azmah’ın İslamlar ve Moderniteler kitabına atıfla- “Avrupalar”dan bahsetmek mümkün.
Diğer yandan göçmen “Müslümanlar” kanadında örneğin “Avrupa’da Müslümanlar” gibi çok kapsayıcı bir başlığın altında kaybolmaması gereken bir çeşitlilik söz konusu. Türkiye, Fas, Mısır veya Pakistan gibi ülkelerden gelen göçmen Müslümanlar değişik arka plana sahipler. Öncelikle farklı ana dilleri konuşuyorlar. Buna ek olarak dinî alanda “Müslüman olmak” özelliği belirgin bir ortak özellik olsa da dinî yorum ve yaşayışta farklılıkların olduğu da bir gerçek. Devlete karşı bakış açısında, gelenek-modernite ile ilişkilerde veya Batı ile karşılaşmada ülkelerin kendilerine has vasıfları var. Ayrıca bireysel düzlemde örneğin seküler-dindar, sağcı-solcu veya muhafazakâr-liberal kategorileri de mevcut. Sonuç olarak Müslümanlar boyutunda da “İslamlar”- dan söz edebiliriz.
Çatışmalar ve imkânlar
Bu geniş yelpazeli çeşitliliğin yer aldığı Batı ve Kuzey Avrupa coğrafyasında günlük hayat akışı girişte de ifade ettiğimiz gibi gerilimlerle ve imkânlarla birlikte devam ediyor. Bu gerilim ve imkânların neler olduğu sorusu, üzerinde durulması gereken bir alan. Ülkeler açısından baktığımızda “Müslüman karşıtı ırkçılık” ve “güvenlik politikaları” olgularının çatışma boyutunda ilk dikkati çeken noktalar olduğunu görüyoruz. Bugün bu ülkelerde yok sayılamayacak ve yeni olmayan bir Müslüman karşıtlığı hatta düşmanlığı söz konusu ki bu sorun birçok yerel ve uluslararası ayrımcılıkla mücadele kuruluşlarının da gündeminde yer alan bir mesele. Mekânsal olarak camilere kişisel olarak da Müslüman bireylere yönelik saldırılar zaman zaman ülke basınında yer almakta.
Bu kişilerin iş bulmada yaşadıkları ayrımcılıksa birçok araştırmayla teyit edilmiş bir gerçek. Siyaset sahnesinde aşırı sağ partilerin İslam karşıtı söylemleri ortak yaşamı olumsuz etkileyen ayrı bir realite. Tüm bunlar Müslümanların toplumda eşit olarak kabulünü zorlaştırmakta. Siyasetin, medyanın, yargının ve kolluk kuvvetlerinin bu çatışma alanında taşıdığı sorumluluk büyük.
Müslümanların meseleleriyle ilgili güdülen siyasette güvenlik politikalarının ağır basması bir başka çatışma alanını doğuruyor. İmam Humeyni’nin Selman Rushdi’ye karşı ölüm fermanı yayınlaması ve 11 Eylül saldırılarının ardından gelen Müslüman kimlikli kişilerce yapılan terör saldırıları, Batı’da İslam ve Müslümanlar hakkında yeterince olumsuz bir hafıza oluşturdu. Siyaseti de belirleyen bu hafıza, Müslümanlara karşı güvenlik politikalarının baskın olmasına neden oluyor. Terör saldırıları nedeniyle güvenlik politikalarının ağır basması bazı taraflarca doğal görülebilir. Ancak Müslümanların artık göçmen veya misafir işçi olmadığı, ülkelerin resmî okullarında eğitim alan, çalışıp vergisini veren ve toplumsal hayatı şekillendiren vatandaşlar olduklarını hesaba kattığımızda güvenlik merkezli yaklaşım bir çifte standarda işaret ediyor. Müslümanlarla ilgili her bir projeye radikalleşmeyle mücadele gözüyle bakmak alanı şüpheli hâle getiriyor.
Yeni bir alan olarak İslam politikaları
Bu ülkelerde yeni bir alan olarak İslam politikaları alanı şekilleniyor.
İslam meselesi Avrupa ülkeleri için geçmişte Orta Doğu siyaseti bağlamında bir dış politika meselesiydi. Şimdi artık sadece öyle değil. İçeride milyonlarca Müslüman yaşıyor.
İş arkadaşı, öğretmen, akademisyen veya işçi olarak toplumda yer alıyorlar.
- Yerel, bölgesel ve ulusal düzeyde kamunun muhatap alabileceği bir kurumun olması, İslam ilahiyatı kürsüleri, imam eğitimi, Müslüman mezarlığı, şehirlerde cami imarı, okullarda din dersleri ve bu dersleri verecek öğretmenler, helal kesim, radikalleşme veya sosyal hizmet başlıkları Müslümanlarla ilgili meselelerde örnek olarak verilebilecek konulardan bazıları.
Listeyi uzatmak mümkün. Her bir meselenin de kendine göre muhatapları, siyasi ve hukuki boyutu var. İslami kuruluşların bilfiil aktif olduğu bu meselelerle ilgili ayrıca devlet de doğal olarak düzene sokma refleksi gösteriyor.
Devletin Hristiyanlıkla ilişkisi yüzyıllara dayanan bir tarihin ardından bugün seküler hukuk devleti içerisinde yeni bir çerçevede yürüyor. Bu alanda güncel sorunlar çıksa da ikili ilişkiler belirli bir kurumsal ilişki etrafında oturmuş durumda. Müslümanların varlığıyla birlikte devletin İslam ile ilişki nasıl bir hâl alacak sorusu gündeme geliyor. Bir istisna olarak Avusturya’da tarihî koşullar nedeniyle Avusturya İslam Cemaati kamu tüzel kişiliğine sahip bir kuruluş olarak yer alıyor. Bunun dışındaki ülkelerde bu soruya cevap mahiyetinde başlangıç olarak görülebilecek adımlar atılmış. Almanya’da Alman İslam Konferansı (DIK) ile Almanya Müslümanları Koordinasyon Kurulu (KRM), Hollanda’da Müslümanlarla Devlet İletişim Organı (CMO), Fransa’da CFCM’in yerine yakın zamanda kurulan Fransa İslam’ı Forumu (FORIF) ve Belçika’da Belçika Müslümanları Yürütme Organı bu alanda oluşmuş her biri kendine göre farklılık arz eden kamu, yarı kamu veya sivil kuruluşlar. Devletin onlarla nasıl bir geleceği şekillendirmek istediğinden bağımsız bir şekilde bu yapıların hepsi birer vaka.
Bu gidişat bir ulus devleti içerisinde cereyan ediyor. Başta güvenlik politikaları olmak üzere eğitim ve din politikaları gibi devletin dönüştürücü siyaseti aktif bir rol oynuyor. Sürecin sonunda devletle Müslümanlar ve onları temsil eden sivil kuruluşlar arasında nasıl bir yapısal ilişki türünün meydana geleceğini şu aşamada net kestirebilmek mümkün değil. Farklı olasılıklar söz konusu. Kurumsal çerçeve farklı olsa da ya diğer dinî cemaatlerle eşit statüyü sağlayacak ya da onlardan farklı çifte standart bir durumu beraberinde getirecek bir tablo ortaya çıkabilecek.
Müslüman sivil toplum
- Terazinin hangi yöne doğru kayacağında Müslüman sivil toplumun atacağı adımlar da rol oynayacak. Müslüman topluluğun temsilcileri için anayasal hak olan din özgürlüğü kapsamında yapılacak mücadelede vatandaşlık bilinciyle hareket etmek, temel motivasyon kaynağı.
Göçün geçici bir durum olarak kabul edildiği dönemlerde bu kaynağa ihtiyaç yoktu. “Misafirlik” söz konusu olduğu için uzun vadeli kalıcılığa yatırım yapacak bir bilinç söz konusu değildi. Ancak o dönemlerle bugünler arasında Müslüman göçmenlerin düşünce dünyası, yaşam tarzı ve koşulları itibarıyla dağlar kadar fark var. Müslümanların bu coğrafyaları memleket hâline getirdiklerini gösteren birden fazla emare var. Bu nedenle onlar artık aynı zamanda ev sahibi. Ev sahibi olan kişinin de ülkenin vatandaşı gibi hareket etmesi doğal. İslam’ın devlet düzeyinde konu olan bir din olduğunu, bu çerçevede İslam politikalarının geliştirildiğini dikkate aldığımızda Müslüman vatandaşları temsil eden dinî cemaatlerin aktif olması kaçınılmaz.
Göç edilen ülkede yerleşik hâle gelmek zamanla köken ülkeye yönelik mesafenin artmasını beraberinde getiriyor. Bu mesafenin kopuşa kadar gittiği durumlar da olabiliyor. Dinî yaşam söz konusu olduğunda durum biraz farklılık arz edebiliyor. Nihayetinde köken ülke, dinî geleneğin ve kaynakların yer alması nedeniyle Avrupa’daki Müslümanların beslendiği ülke. Dijital iletişim araçlarıyla ulaşılabilirliğin neredeyse her yerde mümkün olduğu günümüzde Avrupa ülkelerinden Türkiye, Kuzey Afrika veya Orta Doğu’daki bilgi kaynaklarına ulaşmak doğal. Bu araçlarla dinî yorum ve söylemlerin filtresiz bir şekilde doğrudan transferi gerçekleşiyor. Öte yandan İslami kuruluşlar açısından kurumsal ilişkilerde köken ülkeye bağlı olan yapılar da söz konusu. Örneğin Fas ve Türkiye kökenli Müslümanları temsil eden kuruluşlarda bunu görmek mümkün. Bu ilişki bazen iki ulus devletin -Almanya ile Türkiye veya Fas ile Fransa- birbiriyle çatışmasına sebep olabiliyor. Dolayısıyla bir yanda vatandaşlık bilinciyle aktif olurken diğer yanda köken ülkeyle ilişkinin nasıl olacağıyla ilgili uzun vadeli bir perspektif geliştirmek gerekiyor.
Realiteden bir demet
Günlük hayatta cereyan eden olaylar, Avrupa’daki Müslümanların geleceğinin nasıl şekilleneceğine ilişkin değerlendirmede bulunurken temel verileri teşkil ediyor. Nihayetinde günümüzde “Ortadoğulu”, “Afrikalı” veya “Asyalı” olan İslam’ın aynı zamanda “Avrupalı” olup olamayacağını bu veriler ışığında yorumlayabileceğiz. Aktardığımız noktalara baktığımızdaysa sonuç olarak her yönüyle çok boyutlu ve aktörlü dinamik bir sürecin işlediğini görüyoruz. İslam, toplumsal olarak Avrupa’nın bir parçası, bu coğrafyaya ait. Bunun sosyolojik, siyasal, kamusal veya kültürel yansımaları ortada. Bu etkileşimde Avrupa farklılaşıyor, Müslüman nüfus dönüşüyor.
HABERE YORUM KAT