İslam alimi nasıl komünistlerin şeyhi oldu?
Muhsin Kızılkaya, "Şeyh Bedrettin" isminin nasıl bir efsane haline getirilerek sol kültür için ikonlaştırıldığını analiz ediyor.
HAKSÖZ HABER
Sol-sosyalist kültürün en önemli vasfı ajitasyon ve propaganda yoluyla "efsaneler" üretmektir. Bu efsane üretimi için tarihi tahrif etmek, kurmaca kişiler ve ilişkiler inşa etmek, ısrar ve inatla gerçeği ters yüz ederek örgütlenme ve muktedir olma hırsını perçinlemek "devrimci mücadele" adına hem meşru hem de zaruri görülmektedir. Türkiye'deki sol-sosyalist mücadelenin de işçi-köylü kesimi başta olmak üzere ezilenlerin haklarına dayanmaktan ziyade şiir-edebiyat-piyes ve siyasal-sosyal çözümlemelere yaslanan "aydınlanma ve ilerleme" iddiaları etrafında şekillendiğini ifade edebiliriz. Türkiye'deki "sınıf mücadelesi" söylemi bir hakikat olmaktan uzak fakat bir öykünme ve asıl maksadı perdeleme misyonu göstermektedir.
Gazete Habertürk'teki makalesinde Muhsin Kızılkaya bu efsane üretimine dair oldukça dikkat çekici bir dizi tespite yer vermektedir. Bu tespitler yeni olmamakla birlikte sol-sosyalist kültürün efsane üretimi hususunda silsile halinde nasıl da inatla bitimsiz bir seferberlik ilan ettiğine dikkat çekmesi açısından önem arz etmektedir.
Şeyh Bedreddin hadisesinin Osmanlı iktidar ilişkilerinin haricinde Cumhuriyet döneminde de önce Türkçü sonrasında sol-sosyalist çevreler eliyle manipüle edilişinin seyri ideolojik takıntı ve çıkar ilişkilerinin ne denli mide bulandırıcı bir seviye arz ettiğini göstermektedir. Kemalist Türkiye'nin Türkçe ibadet pratisyenlerinden Şerafettin Yaltkaya'dan Nazım Hikmet ve Zülfü Livaneli'ye uzanan tahrifat, istismar ve pazarlama tekniklerini analiz eden Kızılkaya'nın makalesini önemine binaen okurlarımızla da paylaşmak istedik.
Muhsin Kızılkaya / Habertürk
İslam alimi nasıl komünistlerin şeyhi oldu?
Sene 1932… Şair Nazım Hikmet, Bursa cezaevinde yatıyor. Koğuşta yirmi sekiz kişi uyuyor, bir tek o uyanıktır. Başucundaki çiviye asılı şimendifer marka saatine bakar, saat gecenin ikisidir. Dışarıdan kulelerde nöbet tutan jandarmaların düdük sesleri, üstündeki idamlıkların koğuşundan gelen zincir şangırtılarından başka ses yok ortalıkta. Başı ağrıyor şairin. O saate kadar, “Darülfünunun İlahiyat Fakültesi tarihi kelam müderrisi Mehemmed Şerefeddin Efendinin 1925 senesinde Evkafı İslamiye Matbaasında basılan ‘Simavne Kadısı Oğlu Bedreddin’ isimli risalesini” okumuş. Risalesinde; Nazım Hikmet’in daha sonra, yazacağı destanda “yârin yanağından gayri/her şeyde/her yerde/hep beraber diyebilmek için…” diye geçirdiği; Börklüce Mustafa, Torlak Kemal ile Şeyh Bedreddin’in “erzak, mevâşi ve arâzi gibi şeylerin umumi mali müşterek” addederek, “kadınları bundan istisna” etmelerini bir “takiyye ve tesettür” olarak yorumlayan tarihi kelam müderrisin sözlerini okuyunca, okumaya ara verir. Risaleyi koğuşun çıplak betonuna bırakır. Yahu adamlar, benim şu anda uğruna hapis yattığım fikrimi beş asır evvel düşünmüş! Hem müderris de açıkça şeyhe iftira atıyor. Bu nasıl iştir? Başındaki ağrı şiddetini artırır. Bir süre üstündeki koğuşta idamlarını bekleyen eşkıyalara gider aklı. Sonra Bedreddin’e, kendisine benzettiği “Bedreddinim” dediği Bedreddin’e… Sonra gözü tekrar risalenin vişne çürüğü kapağına takılır. Ve o anda kararını verir:
“Bu İlahiyat Fakültesi müderrisinin sülüs yazısından, kamış kaleminden, divitinden ve rıhından Bedreddinimi kurtarmam lâzım.”
Birden başının ağrısı diner. Yataktan çıkar, pencereye yürür. Ve pencereden çıkarak, “Sultan Gıyaseddin Ebülfeth Mehemmed bin ibni Yezüdilkirişçi, yahut sadece Çelebi Sultan Mehmed devrine” gider. (Nazım Hikmet, Bütün Şiirleri, YKY, s.475-480)
Ve işte o andan itibaren Türk edebiyatının bütün zamanların en meşhur destan-şiirlerinden birisini yazmaya başlar:
“Sıcaktı.
Sıcak.
Sapı kanlı, demiri kör bir bıçaktı
sıcak.”
Destan 1936’da yayınlanır. Ve o andan itibaren ilerde “halkımıza”; Bozkurtçuların, Mavi Anadolucuların, Tarık Buğra’nın, Kemal Tahir’in bulduklarından farklı bir “genesis”, yani bir “yaradılış” efsanesi arayan Türkiye sosyalistlerinin rehber kitaplarından birisi olur çıkar. Destanın daha sonra yapılan ikinci baskısına Nazım Hikmet “Milli Gurur” adını verdiği bir “zeyl” yazar. Bu zeylde şair, Lenin’den girer, mazlum milletlerin isyanından çıkar. Şeyh Bedreddin ve arkadaşlarının isyanı bir proleter-emekçi isyanıdır ve daha o tarihlerde çıkmış olması gurur vericidir. O bu hareketin sadece “bir karalamasını” becermiştir destanını yazarak, ondan sonra gelenlerin, “Bedreddin hareketini bütün azametiyle diriltecek” kitaplar, şiirler, romanlar yazacağına inandığını söyler ve;
“Ne ah edin dostlar ne ağlayın!
Dünü bugüne
bugünü yarına bağlayın”
diyen şiirler, boyaları kahraman tablolar lazım” diye bitirir zeyli. Tam da dediği olur.
Ruhi Su, Cem Karaca ile Zülfü Livaneli türkü yapıp söylerler destanı, Orhan Asena oyunlaştırır, Hilmi Yavuz şiirini, Erol Toy “Azap Ortakları” adıyla romanını yazar, onlarca araştırmacı başka başka yönlerini inceler.
*
Peki; şeyhten, hacıdan, hocadan, imamdan, din alimlerinden ifrit görmüş gibi kaçan, her türlü “geriliğin” sebebi saydıkları bu sıfatlara haiz adamların içtiği sudan içmeyen Türk sosyalistleri, nasıl oldu da isminin önüne “şeyh” sıfatı bulunan bu adama “Stalin tipi bir önderlik” rolünü biçip tam 90 yıldan beri onu el üstünde tutuyorlar?
Sorunun birçok cevabı vardır ama en kuvvetli cevabı şiirin gücüyse, bu şiirin içinde “şeyhe” atfedilen “sosyalist önder” vasfının yanında aranan “anlatıya” denk düşmesidir. Bu durumda, henüz Marx’ın dedesinin dedesi babasının testislerinde vitaminken, Anadolu’da Bedreddin, Börklüce Mustafa ile Torlak Kemal “yârin yanağından gayri” her şeyde ortak olmak için bir düzen kurma uğruna kellelerini vermişler bile. Bu “düzen” uğruna direnişi ve isyancıların akıbetini Nazım Hikmet destanında şöyle anlatır:
“Hep bir ağızdan türkü söyletip
hep beraber sulardan çekmek ağı,
demiri oya gibi işleyip hep beraber,
hep beraber sürebilmek toprağı,
ballı incirleri hep beraber yiyebilmek,
yârin yanağından gayri her şeyde
her yerde
hep beraber!
diyebilmek
için
on binler verdi sekiz binini…
Yenildiler.
Yenenler, yenilenlerin
dikişsiz, ak gömleğinde sildiler
kılıçlarının kanını.
Ve hep beraber söylenen bir türkü gibi
hep beraber kardeş elleriyle işlenen toprak
Edirne sarayında damızlanmış atların
eşildi nallarıyla.
(….)”
Nazım Hikmet inançlı bir komünistti. Komünizmin günün birinde Türkiye’ye geleceğine yürekten inanıyordu ve ona göre “o güneşli güzel günler” yakındı. Bugün yarın memlekete sosyalizm gelecekse eğer, bu yeni düzene bir “genesis”, Türkçe deyimle bir “anlatı” lazımdı. Bu mücadelenin kökleri mutlaka tarihin bir yerine dayanmalıydı. Osmanlı’da düzene başkaldırmış hemen hemen herkes hakkında bir fikir vardı bu arayışı sürerken; Bursa Cezaevinde eline geçen “Şeyh Bedreddin Risalesi” aradığı her şeyi veriyordu ona. O halde Murat Belge’nin deyimiyle, “Sosyalizme doğru yürüyen Türkiye’nin ‘anlatısını’ bu isyanla başlatmak” en doğrusuydu.
Tam da düşündüğü gibi oldu.
*
Her toplum, kendine bir geçmiş arar. O toplumun içinde her ideoloji de öyle… Türk toplumunun “genesis” arayışı her dönemde değişir ve bu arayış bir türlü bitmez. Bu arayışın macerasını edebiyat üzerinden okuyan Murat Belge, “Genesis, Büyük Ulusal Anlatı ve Türklerin Kökeni” kitabında bu meseleyi çeşitli yazarların yazdığı romanlar üzerinden etraflıca tahlil eder. Ona göre Yahya Kemal, Türklerin tarihini ölü ve canlı tarih diye ikiye ayırırdı; Osmanlı dönemi canlı dönemdir, gerisi ölüdür, pek deşmesek de olur. Bu fikir Cumhuriyet döneminde pek rağbet görmedi zira Cumhuriyet, Türk’ü Osmanlı’dan ayırmak istiyordu. 1930’larda, yani Nazım Hikmet Bedreddin destanını yazıp yayınladığında, ağır bir Orta Asya edebiyatı sarmıştı her yanı. Ziya Gökalp tarafından Kızılelma-Bozkurt efsanesi yaratıldı, bu alanda Abdullah Ziya Kozanoğlu ve Nihal Atsız gibi yazarların yazdığı birçok roman piyasaya sürüldü. İslamcılar ise bu dönemde suskundur, “bizim tarihimiz Orta Asya ile değil, İslamiyet’le başlıyor” diyen hiçbir roman çıkmadı piyasaya. Buna karşı laik-seküler kanattan, komünist olmayan ama Fransız Devrimini ve aydınlanma meşalesini buralarda tutuşturmak isteyen başını Azra Erhat, Halikarnas Balıkçısı ve Sabahattin Eyuboğlu’nun çektiği “Mavi Anadolucular”, “öyle pek uzağa gitmeye gerek yok, bizim köklerimiz Anadolu’dadır, Anadolu medeniyetleri bizim eserimizdir, bir kök aranacaksa aha size kök” demeye başladılar. Kemal Tahir, sol kanattan gelerek pişmiş aşa adeta su kattı. “Devlet Ana” romanıyla Asya Tipi Üretim Tarzını edebiyat alanına taşıdı ve Osmanlı’nın yarattığı düzenin “bize özgü bir tür sosyalizm” olduğunu savunarak, “erken dönemde kurulmuş olan bu sosyalist düzene” başkaldırmış misal Şeyh Bedreddin’i “Papa casusluğuyla” suçladı. Kemal Tahir, sol çevrelerde tefe konup kıyasıya eleştirilirken, sosyalist kulvardan Erol Toy “Azap Ortakları” romanıyla geldi. Nazım Hikmet’in destanını romanlaştıran Erol Toy, ille de bir “genesis” aranacaksa, bu anlatı “devrimci” olmalı fikrinden yola çıkmıştı. Ona göre arayacağımız anlatı, isyan geleneğinde yatıyordu. Kaptırır gider, işi 15. asırda Murat Belge’nin deyimiyle “Anadolu Sovyet Sosyalist Cumhuriyetini” kurmaya kadar vardırır. Bu Cumhuriyetin tek eksiği çok kısa ömürlü olmasıdır.
*
Bu yazıyı yazmama; pazartesi günü T24’te yayınlanan Ümit Kartoğlu imzalı “Altı yüz yıllık saptırma, seksen yıllık yanılgı: Şeyh Bedreddin olayının içyüzü (2) Nâzım nasıl yanıltıldı, Bedreddin ve Börklüce nasıl Alevi-Bektaşi yapıldı, Bedreddin nasıl tarikat şeyhi oldu?” başlıklı yazısı vesile oldu.
Kartoğlu, Şeyh Bedreddin üzerine bir tez yazmış olan Bilal Güneş’le bir mülakat yapmış, o da bu alandaki olağanüstü bilgisiyle hadiseyi tatlı tatlı anlatıyor bize. (Bundan sonra vereceğim bütün bilgileri bu mülakattan derledim ben de.)
Tezi yazan Bilal Güneş de hepimiz gibi Şeyh Bedreddin’in adını Nazım Hikmet’in destanından öğrenmiş. Ona göre Bursa cezaevinde o tarihte yukarıda sözünü ettiğimiz risale eline geçmese ve şair Arapça bilmese belki de Şeyh Bedreddin bugün o küçük risalenin sarı sayfaları arasında kalıp çoktan yok olup gitmişti.
Destanın girişinde, risaleyi yazan Darülfünun kalem müderrisi hakkında Nazım Hikmet fazla bilgi vermez. Müellif hakkında bilgileri bize Bilal Güneş veriyor.
Nazım Hikmet’in destanının sonunda “Ahmedin Hikayesi” diye bir ek var. Bu hikayede beraber yattığı Ahmed küçükken dedesiyle birlikte “Bedreddin” soyadını taşıyan bir köye gittiklerini, kendileriyle birlikte gelen jandarmanın köy ahalisi ile ilgili “bu köyün insanlarının dünyanın en inatçı, en vergi vermez, en dik kafalı köylüleri olduğunu söyler ve uyarır, jandarmaya göre, bunlar ‘ne Müslüman ne gavurdular, belki Kızılbaştılar ama, tam da Kızılbaş değil’diler” dediğini söyler. Şairin amacı Bedreddin’i dinler, mezhepler üstü bir yere konumlamaktır. Eğer bir köy halkı ne Müslüman ne Hıristiyan ne Alevi ne Sünni ne Kızılbaş ne Bektaşi değilse, o halde komünisttir, şairin aradığı da budur zaten…
Ama Nazım Hikmet’i yanıltan hapishanede okuduğu risalenin müellifi Şerefeddin Efendi’dir Güneş’e göre.
*
Peki kimdir bu Şerefeddin Efendi?
Cumhuriyet kurulduktan sonra ihdas edilen Diyanet İşleri’nin Ankara Müftüsü Börekçizade Rıfat Efendi’den sonra gelen ikinci başkanıdır. İstanbul işgali sırasında Mehmet Akif’in de içinde bulunduğu İslamcılarla hareket eder. Atatürk ölünce, kız kardeşi Makbule Hanım’ın ille de “Mustafa’ma cenaze namazı isterim” diye tutturması üzerine, cenaze namazının kılınması için naaşının camiye götürülmesinin zorunlu olmadığını, Dolmabahçe Sarayı’nda da namazın kılınabileceği fetvasını veren kişidir. Sarayda cenaze namazını Türkçe olarak o kıldırmış birkaç kişiyle. Bundan sonra ibadet dilinin Türkçeleşmesinde aktif olarak katıldığı için İslamcılardan uzaklaşıp Türkçülere yaklaşmış.
Peki, bu zat Şeyh Bedreddin hakkında bir risale yazacak kadar malumatı nereden almış olabilir?
Birinci Cihan Harbi sırasında Franz Babinger nam bir Alman oryantalist Çanakkale’de askerken duymuş Şeyh Bedreddin adını. Memleketine döndükten sonra “Simavna Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin” adıyla bir doçentlik tezi yazar ve 1921 yılında yayınlar. Hani bizden biri Almanya’da tez konusu yapılmışsa bu haberdir; haber İstanbul gazetelerinde çıkınca Köprülüzade Ahmed Cemal hemen onu Türkçeye tercüme eder. Arapça bilen Şerefeddin Efendi’nin şeyh hakkında bir risale yazmasını da Mehmet Fuad Köprülü teşvik eder. 1925 yılında basılan, Nazım Hikmet’in okuduğu risalenin dili Arapçadır.
Babinger tezinde Bedreddin’i, Alevilerin ulu ozan saydıkları, fikirleri yüzünden derisi yüzülerek öldürülen Nesimi’nin takipçisi sayar, bu yüzden de onu Hurufi-Batıni yapar. Yetmez onu Safevi Şiiliğine bağlar. Babinger, muhtemelen bu bilgileri, Bedreddin’i Batıni olmakla suçlayan ilk muharrir olan İdris-i Bitlisi’den almıştır.
*
Peki İdris-i Bitlis’i kimdir?
İdris-i Bitlisi’yi, Kürt aşiretlerini Safevilere karşı Osmanlıyla müttefik yaptığı için bir grup seküler-sosyalist Kürt, tarihin “ilk haini” sayar. Bu ayrı bir mevzu; Şah İsmail, İran’da tahta geçince, oradan kaçarak İstanbul’a gelir İdris-i Bitlisi. Kısa sürede saray çevresine girer. Sultan İkinci Bayezid, onu ve şeyhülislam Kemalpaşazade’yi Osmanlı tarihini yazmakla görevlendirir; İdris-i Bitlisi Farsça, Kemalpaşazade de Türkçe yazacaktır tarih kitabını.
Bilal Güneş’in verdiği bilgiye göre, İdris-i Bitlisi, kendisine sipariş edilen ve “Heşt Behışt” adını verdiği Osmanlı Tarihi’ni bitirmeden avans talep eder ancak talebi yerine getirilmeyince Sultan Bayezid’e küserek İstanbul’u terk edip Mekke’ye gider. Burada da eskiden tanıdığı Safevilerin Şahına mektuplar yazar, onu övgülere boğar. Şah İsmail bunun üzerine onu yanına davet eder, tam yolculuğa hazırlanırken tahta çıkan Yavuz’dan onu İstanbul’a davet eden bir mektup alır, mektubun yanında bir miktar da altın vardır. Anında fikrini değiştirerek İstanbul’a döner. Yavuz’un İran seferi sırasında Kürtleri, Osmanlının yanına savaşa sokma başarısını bu sırada gösterir. Bunun mükafatı olarak da padişah onu Acem-Arap kazaskeri yapar. Yazdığı “Heşt Behışt”te Bedreddin hakkında ayrıntılı bilgiler verir. Ve o tarihten itibaren tek kaynak olur çıkar bu kitap. Avrupalı tarihçiler hep ona referans yapar. Daha sonra çıkan bütün kroniklerde Bedreddin hep isyan etmiş bir asi olarak kötülenir. Ve hemen hemen herkes onu Alevi olarak nitelendirir. Yetmez, Börklüce’yi de Alevi yaparlar. Bilal Güneş’e göre bu yanlış bilgiyi yayanlardan birisi de Zülfü Livaneli’dir. Zira bir Alevi deyişindeki “Akdeniz yakası Aydın elleri/Kuşlar gider bizim Dede Sultan’a”daki “Dede Sultan”dan dolayı böyle bir bağlantı kuruluyor, oysa bu deyişin orijinalinde “Dede Sultan” yok, “Abdal Musa”var, Zülfü Livaneli “Abdal Musa”yı Börküce Mustafa’nın lakabı olan “Dede Sultan”a çevirmiş. Sivaslı Alevi halk ozanı Feyzullah Çınar’ın 70’lerde doldurduğu plakta bu deyiş “Dede Sultan” değil, “Abdal Musa” olarak vardır. Bu dönem, Şeyh Bedreddin’in artık su katılmamış bir solcu yapıldığı dönemdir. Yazılan şiirler, romanlar, piyeslerle tam anlamıyla bir “komünist mitosa” dönüşür. Zülfü Livaneli’nin Alevi deyişlerindeki “Abdal Musa” geçen her yeri “Dede Sultan” diye değiştirince Börklüce Mustafa da Alevi kimliğini kazanmış olur. Oysa Selçukluların da Osmanlıların da Sünnileştiremediği Orta Asya’dan Anadolu’ya gelmiş göçebe Türkmen boylarının önce Kızılbaş, ardından Alevi olarak nitelendirilmeleri Börklüce’nin idamından yaklaşık seksen yıl sonraya, yani İkinci Bayezid dönemine rastlar.
Şeyh Bedreddin’i yücelterek onu bir halk önderi konumuna yükselten ilk yazar Nazım Hikmettir. 1947 yılında İsmail Hakkı Uzunçarşılı, “Osmanlı Tarihi” kitabında onun Alevi olduğunu yazar. 1950’lerin başındaysa Bedreddin’e bir dergide saldırılar başlar. Arka arkaya beş sayıda çıkan yazılarda Bedreddin’in bir komünist olduğu, olsa olsa Stalin’in şeyhi olabileceği yazılır ve henüz bulunmamış olan kemiklerinin derhal bulunarak yakılması istenir.
Bedreddin’i Bektaşi yapan ilk yazar Şerefeddin Efendi’dir. Bedreddin kabilesinin Bektaşiliğe geçtiği doğrudur ancak kendisinin vefatından beş yüz yıl sonra olmuş bir hadisedir. Büyük bir Sünni İslam fakihi olan Bedreddin’in, kendi kabilesini Sünni İslam dairesine geçirmeye fırsat ve zaman bulmadan darağacına gitmiş, bu yüzden de beş asır sonra Bektaşiliğe geçen kabilesi Amucalılar, Ahmet Yaşar Ocak’ın deyimiyle “dairenin dışında” kalmış.
*
Peki, Bedreddin’in tarikatı yoksa, sıfatı neden “Şeyh”tir acaba? Bilal Güneş bu sıfatı Mısır’da aldığını söyler, orada medresede okurken memluk Sultanı Berkuk’un sarayında ilmi tartışmalara katılır, Hüseyin Ahlati ile tanışır, Sultan her ikisini birer kızıyla evlendirir, Bedreddin bacanağı Ahlati’den etkilenir, onun dergahına intisap eder, oradan bir tarikat çıkar, tarikatın lideri olan Ahlati’ye “şeyh” demeye başlarlar, Ahlati yaşarken bacanağı Bedreddin’i halife tayin eder, ölünce de Bedreddin onun yerine şeyh olur. Kısa sürede şeyhliğine itirazlar başlayınca, Bedreddin Kahire’yi terk ederek Anadolu’ya geri döner. Şeyhlik durumunu Bilal Güneş başka bir örnekle açıklıyor ama ben kendimden örnek vererek açıklamaya çalışayım.
Ben, askerliğimi kısa dönem yaptım, 25. dönemde milletvekili olarak Meclis’e girdim ancak Meclis erken seçim kararı aldı, benim milletvekilliğim kısa dönem askerliğimden de kısa sürdüğü halde, bir kere vekil oldum ya, şimdi bile beni bir sürü insan “vekilim” diye çağırır. Güneş’e göre Bedreddin’inki de o hesap, benim kısa milletvekilliğim kadar onun da kısa bir “şeyhlik” dönemi var ama bir kere şeyh olmuş ya, hep şeyh olarak kalmış adamcağız.
*
Şeyh Bedreddin’i ısrarla Anadolu’da isyan örgütlemiş, bir inanç önderi, mutasavvıf, tarikat şeyhi olduğunu söyleyenler var. Oysa onun mizacı bu tür alengirli işlere müsait değildir Bilal Güneş’e göre. Tasavvufu anlatan bir eseri yoktur mesela. Böyle bir kitabın olmamasını da tarikatının son derece gizli bir tarikat olduğuna bağlayanlar da var. Oysa Edirne’ye döndükten sonra bir tarikat kurduğuna dair hiçbir belge yok elde. Börklüce Mustafa ile Torlak Kemal’in Bedreddin’in müritleri olduğunu ilk yazan da İdris-i Bitlisi’dir. Bilal Güneş diyor ki:
“Bedreddin sırasıyla Batıni, komünist, Bektaşi ve son olarak da Alevi yapılmıştır. Oysa o, bunlardan hiçbiri değildir.”
Bedreddin’le ilgili bütün bu “çarpıtılmış” bilgilerin sebebini Güneş, kitapları yazanların yüce makama, padişaha hoş görünme çabasına bağlar; padişahları ne kadar günahlarından arındırırsan ne kadar pürü pak yaparsan o kadar fazla bahşiş alırsın. Büyük bir fakih, İslam hukuku alanında çok önemli eserler vermiş önemli bir alim olan Şeyh Bedreddin’in idam edilmiş olması, halk nezdinde Osmanoğullarının bir günahı olarak telakki edildi. O yüzden tahta çıkan her padişah, atalarının işlediği bu günahın ağırlığı altında, bu türden çarpıtma kitap yazımını destekleyerek teşvik etmiş. Bilal Güneş’e göre Bedreddin, Selçuklu hanedan soyundan gelen, Mehmed Çelebi’nin büyük dedesi Orhan’ın arkadaşı ve de Simavna’yı fethetmiş gazilerin lideri, yani Simavna Kadısı Gazi İsrail’in oğludur. Osman’ın Selçuklu’ya yaptığını Gazi İsrail bu kez Orhan’a yapmış olsaydı, yani fethettiği yerde beyliğini ilan edip, hutbeyi adına okutsaydı, belki de Osmanoğulları yerine İsrailoğulları devleti kurulurdu. Bu açıdan önemli bir şahsiyettir.
*
Şeyh Bedreddin, müesses nizama isyan ettiği için 1420’de Serez çarşısında ipe çekilmesini Nazım Hikmet destanında şöyle anlattı:
“Yağmur çiseliyor,
Serezin esnaf çarşısında,
bir bakırcı dükkanının karşısında
Bedreddinim bir ağaca asılı
Yağmur çiseliyor.
Gecenin geç ve yıldızsız bir saatidir.
Ve yağmurda ıslanan
yapraksız bir dalda sallanan şeyhimin
çırılçıplak etidir.”
Cesedini orada gömdüler. İslam Ansiklopedisi’nin verdiği bilgiye göre, 1924’te Türkiye ile Yunanistan arasında yapılan nüfus mübadelesi sırasında Türkiye’ye gelen Müslüman göçmenler, beraberinde şeyhin kemiklerini de bir sanduka içinde getirdiler. Kemikler çeşitli yerlerde saklandıktan sonra 1961 yılında Sultan İkinci Mahmut’un Divanyolu’ndaki türbesine defnedildi. Sultan İkinci Abdülhamit de burada yatıyor.
Osmanlı’ya başkaldırdığı için idam edilen bir “asi” neden padişahlarla beraber aynı türbede yatıyor dersiniz?
Bununla ilgili iki iddia var. Birincisi, 27 Mayıs darbesini yapan askerler, Bedreddin’in kemiklerini buraya gömerek Osmanlı padişahlarına “atalarınıza isyan etmiş bir asiyle beraber yatın da gününüzü görün” demiş olmalı. İkinci iddia ise daha ilginç. İkinci Mahmut yeniçeri ocağını ortadan kaldırmış padişahtır, İstanbul sokaklarına binlerce Bektaşi cesedi düşürmüş. Öldükten sonra mezarının yanında geçenler her defasında o tarafa doğru dönerek okkalı bir tükürük savurmuşlar. Bunun önüne geçmek için İkinci Abdülhamit’i de oraya gömmüşler ancak tükürükler kesilmemiş, arkasından Ziya Gökalp’ı gömmüşler yine de kesilmemiş, en sonunda Simavne Kadısının oğlu Şeyh Bedreddin’in kemiklerini getirip oraya gömünce tükürükler bıçakla kesilmiş.
HABERE YORUM KAT