İskilipli Atıf Hoca ve Lozan Antlaşması..
Dünkü yazımda İskilipli Atıf Hoca'nın "Şapka Kanunu"ndan önce neşrettiği "Frenk Mukallitliği ve Şapka" risalesinden ötürü "İstiklal Mahkemesi"ne sevkedildiğini yazmıştım.
Mahkemede 1921'de İstanbul hükümetinin baskısıyla "Teal-i İslam Cemiyeti" namına (ama Cemiyetin kararı dışında)düzenlenen Milli Mücadele aleyhindeki bir beyannamenin de gündeme geldiğini belirtmiştim.
Atıf Hoca'nın esasen Şapka Kanunu'na tepkilerin önünü kesmek için idama mahkum edildiğine değinmiştim.
Atıf Hoca'nın torunlarından Ahmet Faruk İmal ve İstiklal Mahkemesi reislerinden "Kel Ali" lakaplı Ali Çetinkaya'nın torunlarından Anayasa Mahkemesi üyesi Osman Paksüt "Hürriyet" yazarı Ahmet Hakan'a mektup göndermişler.
Atıf Hoca'nın torunu dedesinin Şapka meselesinden değil Milli Mücadeleye karşı çıktığı için idam edildiği iddialarını yalanlayarak, "iade-i itibar" için ellerinden geleni yapacaklarını belirtmiş..
Ali Çetinkaya'nın torunu ise Atıf hoca'nın şapka kitabından beraat ettiğini ancak Milli Mücadele aleyhine Teal-i İslam Cemiyeti adına hazırlanan beyannameleri Yunan uçaklarıyla cephe gerisine attırdığından ötürü yargılanıp idam edildiğini iddia ediyor.
Beyannamenin nasıl hazırlandığını dünkü yazımda anlattığım için tekrar üzerinde durmayacağım.
***
Osman Paksüt'ün açıklaması ise maalesef yakın tarihimiz hakkında bilgisizliğimizi gözler önüne seriyor.
Sözkonusu düzmece beyanname 1921'de hazırlanmıştı, Atıf Hoca'nın tutuklanması ise 1925'dedir.
Eğer gerçekten de Atıf Hoca bu beyannameden ötürü yargılanıp idam edilmişse, dönemin hükümeti açıkça "Lozan Antlaşması" hükümlerini çiğnemiştir.
Çünkü 24 Temmuz 1923 günü imzalanan "Lozan Antlaşması"nın "Genel Affa ilişkin açıklama ve protokol" metninde 1 Ağustos 1914 ile 20 Kasım 1922 arasındaki yıllarda işlenen askersel ya da siyasal davranışı yüzünden kimsenin yargılanmayacağı hüküm altına alınmıştı.
Bu çerçevede Yunan Hükümeti de, Türk Hükümeti de tam ve eksiksiz bir genel af çıkarılmasını kabul etmişti.
Türkiye sadece "150" kişiyi bu protokol dışında tutacağını bir ek protokol ile bildirmişti.
Bu 150 kişiden Türkiye'de oturanlar yurt dışına çıkarılacaklar, yurt dışında olanlar ise Türkiye'ye giremeyeceklerdi.
Türkiye genel af çıkarmış ve sözkonusu 150 kişinin tespit edilip af kapsamı dışında tutulmaları da Haziran 1924'de gerçekleşmişti.
Dolayısıyla Atıf Hoca'nın 1921'de işlediği iddia edilen suçtan ötürü yargılanmasının hiçbir hukuki temeli yoktur.
***
İstiklal Mahkemeleri üzerine bir parça çalışmış bir gazeteci olarak şunu rahatlıkla söyleyebilirim..
Bu mahkemelerde yargıçların bir sanığı mahkum etmek için esasen delile falan ihtiyaçları yoktu.
Bir kere yargıçlar, siyasi kişilikleri olan milletvekillerinden seçiliyorlardı, çoğu hukukçu bile değildi.
İstiklal Mahkemelerinin verdiği kararlar kesindi ve sanıkların temyiz hakkı bulunmuyordu.
Temyiz hakkı olsaydı, sanıkların hukuki delillere dayandırılarak cezalandırılması gerekecekti.
Uzatmadan söylemek gerekirse, Cumhuriyet dönemindeki İstiklal Mahkemeleri büyük ölçüde "siyasi" nitelikteydi.
Bu yüzden bu mahkemelerde verilen kararlar sonradan çokça tartışılmıştır.
1926'da" İzmir Suikasti" davasında yargılanan bazı İttihatçı sanıklara, Meşrutiyet döneminde işledikleri cinayetler yüzlerine karşı ifade edilmiş ama çıkarılan aflar nedeniyle bu suçlardan yargılanmalarına yer olmadığı belirtilmişken Atıf Hoca'nın 1921'de gerçekleşen bir düzmece beyannameden idam cezasına çarptırılması tuhaf kaçmıyor mu?
Bohemya tacı ve Mehmet Eymür
"Resmi tabanca İşleri: Meşrutiyetten Cumhuriyete fail-i meçhul cinayetler" başlıklı dizimin son bölümleri beni ziyadesiyle yormuştu.
1970'lerden itibaren siyasi cinayetlerin sayısında hızlı bir yükseliş vardı ve hangi cinayetin ardında "resmi " izler vardı, bütün bunlar biribirine karışıyordu.
Aynı duyguları 1990'larda işlenen cinayetler için de hissettim.
Yüreğim daha fazla kaldıramadığı için 1970'lerden sonrasını şöyle bir toparlamakla yetinmek durumunda kalmıştım.
Şimdi her geçen gün yeni itiraflar, suçlamalar peşpeşe geliyor.
İşin içinden çıkabilecek miyiz, doğrusu kestiremiyorum.
Örgütler tarafından işlenen cinayetler ile arkasında "resmi" izler bulunan cinayetleri biribirinden nasıl ayırt edebileceğiz?
Hiç kuşkusuz tek tek isimlerden yola çıkmak yerine devletin ilgili birimlerindeki arşivler belki bir parça karanlıkların aydınlanmasında rol oynayabilir.
Bu bağlamda "MİT Kontrterör Dairesi" eski başkanı Mehmet Eymür'ün gazetelere yansıyan ifadeleri çok önemli.
Anlaşılıyor ki sözkonusu istihbarat birimlerinde görev yapmış kişilerin kendi arşivleri de var.
Belki de aradığımız anahtarlar bu arşivlerde gizlidir.
Cezaevinde ölen MİT görevlilerinden Kaşif Kozinoğlu da, 1993'te öldürülen JİTEM'ci Binbaşı Cem Ersever de bu anahtar isimler arasındaydı.
Anahtar isimler sırlarıyla birlikte birer birer gidiyorlar.
Mafya-siyaset ilişkilerini araştırırken 1992'de bir bombalı suikast sonucu öldürülen İtalyan yargıçlardan Giovanni Falcone'yle ilgili "Falcone Bağlantısı" isimli bir roman okumuştum.
Romanda Falcone'nin İtalyan sınırlarını aşan bir uluslararası suç ağının kurbanı olduğu ifade ediliyordu.
Kitapta yapılan bir benzetme tıpatıp bizdeki derin işlere ve arkasındaki giz perdesine çok uyuyor.
"Prag'da Bohemya Tacı'nın bulunduğu hazine dairesinin yedi tane kilidi varmış ve 7 anahtar bir araya gelince açılıyormuş. Bu anahtarlar da değişik kişilerin elinde bulunuyormuş..."
Romanda suç ağını araştıran gazetecinin yaptığı benzetme böyleydi.
Bizde fail-i meçhul cinayetlerin arkasındaki perdeyi aralayacak böyle kaç anahtar var bilemiyorum.
Öte yandan bu anahtarların gerçekleri saptırma, çarpıtma ve karmaşıklaştırma tehlikesini de göz ardı etmemek gerekiyor.
En azından işi sıkı tutarak, bütün kurumlarımızı sıkı kurallara bağlayarak, hukuk dışı oluşumların beslenebileceği kanalları kurutarak gelecek kuşaklarımıza daha yaşanabilir bir Türkiye bırakmayı becerebiliriz diye düşünüyorum.
Zira geçmişin karanlıklarını aralayabilecek anahtarlar birer birer yok oluyorlar.
YENİ ŞAFAK
YAZIYA YORUM KAT