İşgal Kudüs'ün tarihinde minik bir parantez...
Taha Kılınç, Kudüs'ün kadim geçmişini incelerken işgalin aslında ne kadar ehemmiyetsiz bir yerde durduğunu vurguluyor.
Taha Kılınç / Yeni Şafak
Kudüs’te, gün doğmadan…
Dün sabah, Mescid-i Aksâ’da namazı eda ettikten sonra Bâbu’s-Silsile’den çıkıp yavaş adımlarla Kıyâme Kilisesi’ne doğru yürüdüm. Sokaklar karanlıktı, ama her köşe başından başka bir hatıra gülümsüyordu:
Dışındaki ince taş işçilikten bir hanımefendiye ait olduğu hemen anlaşılan zarif türbede Selçuklu prenseslerinden Türkan Hatun yatıyordu. Az ilerde solda, Kudüs’ün köklü ailelerinden Hâlidîlerin 1900’de kurdukları muazzam kütüphane vardı. Sola doğru Yahudi mahallelerine giden sokaklar başlarken, sağ tarafta Hakkâri Caddesi, Salahaddîn Eyyûbî ile birlikte şehre yerleşen Kürt aşiretlerinin hatırasıydı. Onun hemen üstünde, Memlûk Sultanı Barkuk döneminde Kudüs’e ayak basan tüccarların, yolcuların ve hacıların barınması için inşa edilen Hânu’s-Sultan’ın köhne giriş kapısı görülüyordu.
Yokuşun bittiği yerde hafifçe sola dönüp, içine ancak üç-beş kişinin sığabileceği minicik Veliyyullâh Muhârib Mescidi’ni kolaçan ettim. Ve nihayet, Mûristân Caddesi’nden yürüyüp, Alman İmparatoru II. Wilhelm’in 1898’de bizzat ibadete açtığı Protestan kilisesinin köşesinden kıvrılıp Kıyâme Kilisesi’ne yöneldim.
Hz. İsa’nın çarmıha gerildiğine inanılan noktaya inşa edildiği için Hristiyanlıkta en kutsal mekân olarak görülen bu kilise, insanlık tarihinin en yoğun hatıralarından bazılarını iç içe üstünde taşıyan bir sahne aynı zamanda. Hristiyanlığın oluşum dönemlerinden İmparator Konstantin’in annesi Azize Helena’nın 326’daki Kudüs ziyaretine… Hz. Ömer’in 638’de Kudüs’ü teslim aldığı zaman, “Ben burada namazımı kılarsam, benden sonra gelecek olan Müslümanlar kilisenizi zorla camiye çevirir” diyerek avlunun dışında namaz kılışından Kudüs’ün 15 Temmuz 1099’da Haçlı sürülerinin işgaline uğramasına… Kiliseden Ortodoksluğa ait bütün alametleri silerek binayı Avrupaî bir tarzda yeniden inşa eden Haçlı bağnazlığından alt kattaki dehlizlerden birinde yatan Kudüs’ün meşhur cüzzamlı çocuk kralı IV. Baldwin’e… Salahaddîn Eyyûbî’nin, şehri Haçlılardan temizlemesinin akabinde Kıyâme Kilisesi’nin hemen yanı başında bir zaviye tesis ederek inzivaya çekilmesinden Yavuz Sultan Selim’in 1516’nın son günlerinde Kudüs’e geldiğinde kiliseyi görmeye gerek bile duymamasına… Sultan Abdülmecid’in ünlü fermanıyla kilisenin girişindeki pencerelerden birinin önünde hâlâ dayalı halde duran “Statüko Merdiveni”nden bugün avluda sözüm ona nöbet tutan İsrail işgal polisine…
Kıyâme Kilisesi’nin girişinde bir kenara çekilip tefekküre dalarsanız, Ortadoğu’nun 2000 yıllık tarihi, bütün hadiseleri ve aktörleriyle gözünüzün önünden film şeridi gibi geçer. Bu fırsatı kaçırmadım elbette. Gün içinde yoğun kalabalıkları ağırlayan kiliseye sabahın erken vaktinde gelince, taşlarda yankılanan derûnî sesleri duymak da mümkün oluyordu.
Kilisenin duvarını sağıma alıp merdivenleri tırmandım, Azize Helena Sokağı’ndan çıkarak Hristiyan Mahallesi’nin tam ortasından geçen yola ulaştım. Burada, ta Roma döneminden kalma devasa taş bloklar yerde diziliydi. Taşların üstü, atlar yürürken ayakları kaymasın diye, nalların takılabileceği şekilde enlemesine tırtıklanmıştı. Durdum ve Roma Kudüs’ünü düşündüm. Ve o dönemde Yahudilere uygulanan baskıyı… Kudüs’e girmelerinin yasaklanmasını… Senede sadece bir kez, şehrin kuzeyindeki bir tepenin kenarından ve uzaktan Beyt-i Makdis alanını izlemelerine müsaade edilmesini… Sonra bugün, dünün mazlumlarının ellerine gücü ve yetkiyi geçirince, zalimlerin yerini almalarını… Kudüs gibi her yerinden tarihî ibretlerin fışkırdığı bir şehirde, tarihten hiç ibret alınmamasının tuhaflığını…
Az sonra, ucunda El Halîl Kapısı’nın bulunduğu büyük meydandaydım. Burası “Ömer bin Hattâb” adını taşıyor. Üstelik 1967’deki işgalden sonra İsrail bile değiştirmemiş bu isimlendirmeyi. İngilizce, Arapça ve İbranicenin birlikte yer aldığı levhalarda “Ömer bin Hattâb Meydanı” ibaresini dört bir yanda görmek mümkün.
Meydanın kenarındaki dar bir sokaktan içeri süzülüp Bâbu’l-Cedîd’e kadar çıktım. Sultan II. Abdülhamid döneminde açılan, Kudüs surlarının en yeni kapısı burası, ismi de buradan geliyor. Surları dışarı çıktığımda, birkaç dakika sonra yine çok tanıdık bir levha beni selamlıyor: Sultan Süleyman Caddesi. Kudüs surlarının kuzeyinden geçen ana cadde, hâlâ Kanunî Sultan Süleyman’la anılıyor.
Yürüyüşüm bittiğinde, güneş Zeytindağı’ndan henüz yükseliyordu. Salahaddîn Caddesi’ne saparak yoluma devam ederken, gülümsüyordum. Bir yandan da “Ah Kudüs” diyordum, “Sen neler neler gördün… İşgal, tarihinde minik bir parantez olarak kalacak ve sen yoluna devam edeceksin!”
HABERE YORUM KAT