İrtidat ve mürtedlerin durumu
Ali Bulaç, İslam tarihinde her zaman tartışma konusu olan irtidat ve irtidat edenlerin durumu hakkında kapsamlı bir makale kaleme aldı.
Ali Bulaç
Yeni durumda irtidat ve mürtedler
Giriş
İslam’ın insan türüne evrensel mesajı ve Müslüman dünyanın içinden geçmekte olduğu derin kriz açısından İslam fıkhının merkezi konularından biri olan “irtidat ve mürtedler” konusu büyük önem taşımaktadır. Çalışmamızın başlığını “yeni durumda irtidat ve mürtedler” şeklinde belirlememizin sebebi, fıkhın tedvin edildiği tarihsel durumla bugünkü durum arasında önemli mahiyet farkına işaret etmek içindir.
Malum olduğu üzere modern zamanlarda içinde bulunduğumuz durumda önemli sorunların başında din ve vicdan özgürlüğü, düşüncenin serbestçe ifade edilmesi, farklı kimliğe sahip grupların sivil-medeni ve kamusal alanda görünür kılınma talebi gelmektedir. İslam’ın dini mesajıyla neredeyse aynileşmiş İslam hukukuna (fıkıh) göre ise dinden dönen (mürted) öldürülür; dinden çıkan kişi devletin, kamu otoritesinin onu himaye/koruma hakkını kaybeder. Genel kabul görmese bile, Zahiri ekolünün fakihleri, sadece İslam’dan dönenlere değil, İslam ülkesinde yaşayan diğer din mensuplarının da din değiştirmelerine izin verilmeyeceğini öne sürmüşlerdir.
Geleneksel fıkıhta aksi görüşü savunanı bulmak zor, aksine bu konuda “icma” olduğundan bahsedilmekte, icma’a karşı çıkmanın de tekfir edilmeye yeter sebep olduğu belirtilmektedir. İbn Kudame’ye göre (620/1223) bilginler mürtedi öldürmenin zorunluluğu üzerine icma etmiştir. Sahabe döneminin seçkin müçtehitleri bu görüşteydi; buna muhalefet eden olmadığı için icma oluşmuştur. Ancak İbrahim en-Nehai (96/714) ve Süfyan es Sevri (161/778) gibi tabiin müçtehitleri Hz. Ömer’e atıfta bulunarak, mürtedin öldürülmeyip, müslüman oluncaya kadar hapsedilmesi gerektiğini söylemişlerdir. İbn Kudame’ye göre bu görüş “Sünnet’e ve icma’a aykırı”dır. (1)
Çağdaş bilgin ve yazarlar ise bu konuda ikiye ayrılmaktadır: Bir bölümü geleneksel fakihlere katılıp onların delil ve gerekçelerini tekrarlamakta, bir bölümü ise geleneksel içtihat ve görüşlere karşı çıkmaktadırlar.
Konu etraflıca ele alınmayı hak eder. Biz tüme varım yöntemini kullanarak fakihlerin görüşlerinden, sahabe tatbikatı, irtidada mesnet gösterilen hadislerden ve en son Kur’an-ı Kerim’in konuyla ilgili ayetlerinden hareketle konuyu ele almaya çalışacağız.
Konuyla ilgili Kur’an ve Sahih sünnet’te yer alan hükümler yerli yerinde duruyor; gerek nüzul, gerek vurud sebepleri açısından hükümlerden herhangi birini geçersiz saymamıza veya neshedildiğine dair bir görüş beyan etmemizi gerektiren bir durum varid değil. Bizim takip edeceğimiz usul, hükümlere mesnet teşkil eden illet/menat olacaktır.
1.Fıkhi hükümler
Redde bir şeyin kendisini geri çevirmek veya hallerinin birinde değişiklik yapmak; dönmek, demektir. Müslüman bir anne ve babadan doğanın ebeveyninin dinini reddetmesi veya sonradan müslüman olan kişinin bir başka dine veya inanca girmesi ya da herhangi bir din veya inancı benimsemeyip İslam’dan çıktığını ilan etmesi irtidattır.
Ragıp el İsfahani, salt geri dönmeye En’am (6), 28 ve Kehf (18), 36. ayetlerini gösterir. İhtilafların “Allah’a ve Rasulü’ne götürülmesi” emri de “döndürün” kelimesiyle ifade edilmiştir (4/Nisa, 83). Ahmed ibn Hanbel’in Müsned’inde alıcı ve satıcıyı kastederek “Her biri aldığını geri verir” (Müsned, I, 466) şeklinde bir ifade yer alır. Kavram olarak “irtidat” İslam dinini kabul ettikten sonra dönmektir, İslam dininden dönene “mürted” denir. Kavram genellikle dinden dönen Müslümanlar için kullanılır. Mesela Al-i İmran (3) 149; Bakara (2) 109. ayetleri buna örnektir. Her iki ayette Müslümanlara, eğer inkarcılara veya Kitap ehlinden olanlara uyacak olursanız, “sizi dininizden döndürürler” denilmektedir (2).
Fıkıh kitapları, kişinin mürted sayılması için aklı başında (akîl), ergenlik çağında (balîğ) olması ve herhangi bir baskı (ikrah) altında olmaksızın kendi özgür iradesiyle İslam dininden çıkmış olması gerektiğini söylemişlerdir. Buna göre aklı başında (akil) olmayan çocuğun, ruhsal sağlığı yerinde olmayanın, sarhoşun (hal-i sekr) ve baskı altında irtidat ettiğini söyleyen kişi mürted addedilmez.
Erkek olsun kadın olsun, her iki cinsin irtidadı geçerlidir. Yani erkek mürted olabileceği gibi kadın da irtidat ederse mürted sayılır. Ebu Hanife, irtidat eden kadına ölüm cezasının verilmeyeceğine, tövbe etmeye davet edileceğine ve bu süre zarfında hapse atılacağına hükmetmiştir.
Şafii, Maliki ve Hanbeli fakihlere göre, irtidat eden kişiye tövbe edip tekrar dine dönmesi için üç gün mühlet verilir, dönmeyecek olursa öldürülür. Hanefiler ise mühlet verilmesine lüzum olmadığını söylemişlerdir, zira mürted zaten müslümanların içinde yaşıyor, dinin ne olduğunu biliyordu, tövbe etmesi için mühletin verilmesi fuzulidir. Hanefilerin kadına ölüm ceza verilmeyeceğine kail olduklarını yukarıda zikretmiştik, diğer mezheplere göre kadın hamile ise, cezanın infazı doğum yapıncaya kadar ertelenir. Hanefiler irtidat eden kadın hapsedilir, her gün tövbeye davet edilir, tövbe etmeyecek olursa ölünceye kadar hapiste kalır, başka bir deyişle Hanefilere göre tekrar İslam dinine dönmeyen kadına müebbet hapis cezası verilir.
İrtidat eden erkek veya kadından cizye alınmaz, zira cizye Kitap Ehli’nden olan Yahudi ve Hıristiyan teb’asından alınır, mürted ise Kitap Ehli statüsünde bile değildir; onun kestiği hayvanın eti yenmez, kadını veya erkeğiyle nikah kıyılmaz.
Mürted “kafir” değildir. Kafir ta başından İslam dininin hakikatlerini reddettiği ve küfür üzere yaşadığı için onun statüsü farklıdır. Küfür mesleklerine (inkârcı gruplar) ilhadı benimsemiş mülhidler, zındıklar ve münafıklar da dahildir. Bazılarına göre tasavvuf ehlinden “ibahiyye” adı verilen bir taife de bu mesleklerden biridir.
İbn Rüşd, fakihlerin müşriklerden ve dinden dönenlerden cizye alınmayacağına dair ittifak ettiklerini söyler. İrtidat eden erkek veya kadından cizye alınmaz, çünkü cizye Kitap Ehli’nden olan Yahudi ve Hıristiyan teb’asından alınır, mürted ise Kitap Ehli statüsünde bile değildir. Mürtedle ne barış anlaşması imzalanır, ne de ittifak kurulur. Mürted köle olarak da istihdam edilmez, çünkü mürted için ya Müslüman olma veya ölüm cezasını seçme dışında üçüncü bir seçenek yoktur. Kendisiyle savaşıldığında malı ganimet statüsünde olmadığından savaşçılar arasında dağıtılmaz, Beytü’l mal’a devredilir. Hanefi hukukçuları mürtedin malının miras olarak varisleri arasında dağıtılabileceğine hükmetmişlerdir. Savaşta mürted esir alınmışsa, tekrar müslüman olması teklif edilir, reddedecek olursa köle olmaz, öldürülür; diğer esirlere yapıldığı üzere mürtedlere eman verilmez.
Cevad Akşit, hayli geniş tuttuğu “lanetliler” listesine Ahmed ibn Hanbel’e dayandırdığı bir rivayetten hareketle mürtedleri de ekler: “Kıyamet gününde Muhammed’in dili üzere hicretten sonra dinden dönen bedeviler lanetlidir.” (Müsned, V, 409, 430, 465.)
2. İrtidadın rükünleri
Fakihler, kişiyi “mürted” durumuna düşüren şeylerin dört gruba ayrıldığını söylemişlerdir:
1. Söz (kavl). Bu, imana muhalif, küfürden sayılan lafızların dile getirilmesidir.
2. Eylem (amel). Küfrü gerektiren fiillerdir, putlara tapmak, güneşe, aya, yıldızlara veya başka varlıklara perestişte bulunmak.
3. İnanç (akide). İslam dininin temel hakikatlerine, bizzarure sabit ve inanılması vacip herhangi bir hükme aykırı şeye kalben inanç beslemek. Mesela Hz. Peygamber’in nübuvvetine, namaz, oruç, hac, zekat gibi hükümlerin geçersizliğine inanmak.
4. Şüphe (şek). İslam dininin kat’i olup meçhul kalması düşünülmeyen şeylerden birinden şüpheye düşmek. Allah’ın varlığı, peygamberlerin doğruluğu, ahiret veya kıyamet günün vukuundan kuşkuya kapılmak.
Samarrai, Ö. Nasuhi Bilmen’in dördüncü grupta saydığı “şek” (IV, 7) yerine “terk”i koyar. Buna göre ibadetleri, özellikle namazı terkedenler bu gruba girerler (3) Bu, sonraları namaz kılmayanlara veya namaz kılar iken sonradan terkedenlere ölüm dahil, çeşitli ağır cezaların verilmesine mesned teşkil edecektir.
Evli çiftlerden biri irtidat edecek olursa, aralarındaki nikah bağı otomatikman sona erer, eşler ayrılmak (boşnmak) zorunda kalır. Fakihler arasında bazı ayrıntılarda görüş ayrılığı varsa bile, irtidat eden kişinin malına-mülküne el konulur. Tahavi, Şerhu meani’l asar’da mürted kafir sayıldığından malı Beytü’lmale devrilidilr, ona mirasçı olunmaz diyor, bazılarının ise malının müslüman varislerine devredilebelecğine hükmettiklerini belirtiyor. (4)
Bu yazıda irtidat kapsamına giren suçlar ve bu suçlara takdir edilen cezalar hakkında genel bilgi verdik. Önümüzdeki yazının konusu Sahabe ve Hz. Peygamber (s.a.)’in tatbikatı olacak.
İrtidat ve mürtedler II
1.Hz. Ebu Bekir ve mürtedler
İrtidat ve mürtedlerle ilgili önemli referanslardan biri sahabe tatbikatıdır. Denebilir ki sahabenin konuyla ilgili tutum ve tatbikatı mezhep imamları ve genelde fakihlerin içtihatlarında birinci derecede amil olmuştur. İleride göreceğimiz üzere Hz. Peygamber’in mürtedlerle ilgili verdiği kararlar ve uygulamalar ile Kur’an-ı Kerim’de yer alan açık hükümler, bazı bakımlardan sahabe tatbikatından ayrılmaktadır. Şüphesiz bu, sahabenin Kur’an’a ve Sünnet’e aykırı işler yaptıkları anlamına gelmez. Bizim işaret etmeye çalıştığımız husus, sabit ve değişmez suçları düzenleyen fiiller ile bunlara takdir ve tatbik edilen suçlar manasındaki “hadler”ın dışında, sahabenin irtidat suçunu “tazir” kapsamında ele aldığı konusudur. İsmi o zaman bu kelime ile konulmamışsa da, mahiyeti itibariyle sonraları literatüre fıkhi bir kavram olarak girecek olan “ta’zir” suçları ve cezaları hadlerden ayrıdır. Sahabenin başvurduğu ta’ziri fakihler sonraki tedvin döneminde genel ve yekpare kategori içinde toplayacaklardır; bunun da tabii ki fakihler açısından bir açıklaması vardı, lakin bu, günümüze kadar gelen telakki ve algıda ciddi karışıklıklara ve sorunlara yol açmış bulunmaktadır. Yeri gelince buna değineceğiz.
Sahabe durup dururken ne kavramsal olarak “irtitad”, ne de “mürted”le ilgili teorik bir çalışma yapmıştır. İlk dönemde, özellikle Hz. Ebu Bekir’in hilafete getirilmesiyle birlikte hemen başlayan ayaklanmalar sahabeyi belli bir tutum almaya mecbur etmiştir. Belli belirsiz irtidat olayları daha Hz. Peygamber (s.a.) hayatta iken başlamıştı, bunu sonraki yazımızda ele alacağız.
Hz. Peygamber’in hastalandığı haberi çıktığında bazı kabileler ayaklanma hazırlığına girişti; bunlar İslamiyet’i idari-politik bir yapı şeklinde algılamış, onu inanç umdeleri ve hayat tarzı olarak içselleştirmemişlerdi, kısaca bunlar “mü’min olmayan müslümanlar”dı (49/Hucurat, 14) (5) .
Hz. Ebu Bekir halife seçilince bazı kabileler veya etrafında belli bir güç toplayabilen şahıslar peş peşe irtidat ettiklerini ilan etmeye başladılar. Medine’de ilk günden yıkıcı faaliyet içinde olan münafıklar, bunlara eşlik eden Yahudi ve Hıristiyan topluluklar da söz konusu ayaklanmaları teşvik etmekte gecikmediler.
İrtidat eden kabileleri şöyle sıralamak mümkün: Esedler, Gatafanlılar, bazı Eşcalar, bazı Havazinliler, bazı Kuzaalılar, bazı Süleymliler, Temimler, Beni Hifaflılar, İmrü’l Kayslılar, Zekvanlar, Beni Cariyeler, Hanifeler, Bahreyn ahalisi, Benu Bkr bin Vailler, Umman Ezdlerinden Debalar, Nemr bin Kasıtlar, Kelbler, Beni Amirlerin tamamı vs. Toplam 11 kabile ismi sayılmaktadır ki, bunların 5’inden 3’ü Hz. Peygamber hayatta iken başlayıp 2’i ondan sonra da devam etmiş, 7’si Hz. Ebu Bekir zamanında başlamış, 1’i de Hz. Ömer zamanında ortaya çıkmıştır. (6)
2. İrtidatın sebepleri
Hz. Ebu Bekir’in iki sene süren (h. 10-12/m. 632-634) hilafetinin ilk dönemini irtidat edip de ona karşı ayaklananları bastırmakla geçirdi. İrtidat hareketlerine yol açan sebepleri üç ana başlık altında toplamak mümkün:
a.Hz. Peygamber tarafından kurulan merkezi idarenin Arapların geleneksel kabile yapısına yabancı olması. Hz. Peygamber hayatta iken, İslamiyet hızla gelişmiş, küçük topluluklar halinde yaşayan kabileler buna karşı koyabilecek güçten yoksun olmuşlardı. Bu yüzden İslamiyet’i kabul etmek durumunda kalmışlardı. Hicretin 9. (m. 630) yılında –ki buna Senetü’l vufud (Heyetler Yılı) adı verilmektedir- Yemen, Umman, Yemame, Bahreyn, Belka, Hadramevt vd. ile Arap yarımadasının her yerinden kabileler Medine’ye temsilcilerini gönderip Hz. Peygamber’e bağlılıklarını dile getirdiler (7); ihtida hareketleri genellikle tek tek şahıslardan çok, toplu halde yani kabileler düzeyinde gerçekleşiyordu. (8) Eski dinlerinde kalan Kitap ehli veya Mecusiler ve Sabiiler de cizye (güvenlik vergisi) ödeme karşılığında merkezi idareye bağlanmışlardı. Hitti, bu kategoride putperestlerin de yer aldığını kaydeder (9). Ama şimdi bu dinin muktedir peygamberi vefat etmişti, dolayısıyla dileyen eski kabile özerk hayatına dönebilirdi. Bu açıdan ridde, Medine’deki Kureyş hakimiyetinden bir ayrılış olup İslam dininden ayrılma/dönme değildi (10). Ayrılmak isteyen kabileler kendi kendilerine şunu soruyorlardı: Niçin bir kabile durup dururken Medine’ye zekat-öşür veya cizye göndersin? Başkaldıranlar, Ebu Bekir’le değil, Hz. Muhammed’le anlaşma imzaladıklarını söylüyorlardı.
İrtidat edenlerin zekat vermeyi reddetmelerinin bir sebebi de, geçmişte galiple mağlup arasındaki eşitsiz ilişkinin yol açtığı kültürel algıydı. İsyan eden kabileler zekatı bir tür “itayet” olarak algılıyorlardı. Kadim teamüle göre savaşta yenilen kabile, onu yenene mal verirdi, buna “itayet” denirdi. (11) Halbuki zekat, galibin mağluba dayattığı mali mükellefiyet değil, genel olarak iç ve dış güvenliği sağlamak ve çeşitli toplumsal gruplar arasında gelir bölüşümünü sağlamak amaçlı ihdas edilmiş, galibe de mağluba da emredilmiş mali bir ibadetti. Üstelik toplanan zekatın kimlere harcanacağı Kur’an-ı Kerim tarafından açıkça belirlenmişti (9/Tevbe, 60).
Arap kabile anlayışında anlaşmalar gerçek şahıslar arasında olurdu, reis kabilesi adına anlaşma imzalar ama söz konusu anlaşma tüzel (gayrı şahsi) kişilikler arasında değil, gerçek kişiler arasında olurdu. Hz. Ebu Bekir’e itaat etmeye itiraz edenler “Ne yani, bu sefer Ebu Bekir’den sonra oğlun ada mı itaat edeceğiz? riye soruyorlardı. Ayrılanlara göre anlaşma Hz. Muhammed’in şahsıyla yapılmıştı, o vefat ettiğine göre anlaşma da sona ermişti; Hz. Ebu Bekir’le yeni bir anlaşma imzalayıp imzalamama tarafların tercihine kalmış bir şeydi.
Burada ciddi bir kırılma yaşandığı açık. Anlaşılan şu ki, Hz. Ebi Bekir birtür-tüzel kişilik sayılabilecek bir idari-siyasi organizasyon adına hareket ediyor, başkaldıranlar ise, Bizans ya da Sasani türü bir monarşinin yerleşmesinden çekiniyorlardı. Tabii ki Hz. Ebu Bekir’in niyeti monarşi getirmek değildi; mülkün babadan oğla intikal eden ve bir hanedanın malı/mülkü olarak kodlanan monarşi/saltanat Muaviye ile birlikte Müslümanların idare şekli olacaktı.
Bu olayda kan ve akrabalık bağının beslediği asabiyetin tekrar nüksetmesi başkaldırılarda birinci derecede rol oynadı. Evet Hz. Muhammed (s.a.) Allah’tan vahiy alan peygamberdi, ona peygamber (Nebi-Resul) olarak da biat ve itaat etmişlerdi, ama artık o yok. Onun irtihalinden sonra Ebu Bekr’in başa geçmesi, sanki kabilelerin tümünün üzerinde genelde Kureyş’in hakimiyet kurması anlamına geliyordu. Bu kategorideki kabileler, dinin temel iman umdelerine inandıklarını söylüyor ancak merkezi idareye yani Medine hükümetine zekat (vergi) vermeyi reddediyorlardı. Esed, Füzara, Kinde elçileri Hz. Ebu Bekir’e gelip ‘-Biz İslam’dan dönmedik, sadece malımızı (zekat/vergi) vermedik, cimri davrandık” diye affedilmelerini talep etmişlerdi. Hz. Ömer de, bunların müslüman topluluklar olduklarını, sadece cimri davranıp af dilediklerini söylüyor, böylece onlara destek çıkıyordu. (12)
Tabiatıyla bu bir sorundu. Çünkü bu talepte bulunanlar mü’min müslümandı, hatta Hz. Ömer, Halife Hz. Ebu Bekir’e “Lailahe illallah” diyen bir kavme kılıç mı çekeceksin?” diye sorduğunda Halife “Evet, namazla zekatın arasını ayıran (başka bir versiyonuyla) Hz. Peygamber’e verdiği bir deve yularını dahi benden esirgeyene kılıç çekerim” diye cevap vermişti. Daha sonraları Abudllah bin Mes’ut, Hz. Ebu Bekir’in verdiği kararın ne kadar isabetli olduğunu şöyle diyecekti: ”Eğer Allah başımıza Ebu Bekir’i ihsan etmemiş olmasaydı, bizler öyle kararlar almıştık ki, az kalsın mahvolacaktık.” (13) Sonuçta ashab kendi aralarında uzun uzadıya yaptığı istişare ve müzakerelerden sonra mürtedlere karşı savaşmak gerektiği sonucuna varmıştı.
Kabile asabiyeti o kadar güçlüydü ki, hakikati tersyüz etmeye, bile bile hakikati bir kenara itip sahtekarlığı ve sahtekarları tercih etmeye sevkedebiliyordu. Bunun da tipik örneğe, Talha en Nemri’nin kendi kabilesinden Müseyleme’ye yaptığı şu hitaptır: “-Senin yalancı olduğuna şahitlik ederim, Muhammed’in doğruluğuna da şahitlik ederim, fakat Rabiaoğullarından bir yalancı, bizim için Kureyş’in doğru olan peygamberinden daha sevimlidir.” Benzer şekilde çatışmadan sonra Yemame’den getirilen esirler, kendi kabilelerinden çıkacak bir peygamberin, Kureyş’ten çıkan bir peygamberden daha sevimli olduğunu söylemişlerdi. (14) Daha önce Ebu Cehil’i de inkâra sevkeden asıl sebep,söz konusu kabile asabiyeti değil miydi?
b) Yeni müslüman olan bazı toplulukların İslamiyet’i yeterince kavramamış, mesajını, ideallerini ve hükümlerini anlam ve maksatlarıyla yeterince içlerine sindirememiş olmaları. Bunlar duvarın taşları gibi birbirlerine bağlı bir (61/Saff, 4) ümmet bilincinden yoksundular; ahiret inançları zayıftı. Başkalarına yardım etmeyi, Allah yolunda cihad etmeyi; yoksulları ve yetimleri gözetmeyi; kadınlara haklarını tanımayı; kendi ailelerinden veya kabilelerinden olsa da zalimlere karşı koymayı, başka bir deyişle adaleti her şeyin üstünde tutmayı, hatta düzenli ibadet etmeyi dahi yadırgıyorlardı. Kabilelerin önemli geçim kaynağı talan ve yağma idi, Hz. Muhammed, bunu yasaklamış, Beytü’l mal oluşturmuş, toplanan zekatı ihtiyaç sahiplerine dağıtma sistemini getirmişti, bu ise yağma ve talanla geçinmeye alışık bazı kabilelere zor geliyordu: Hem başkaları üzerine baskın düzenlemeyecek ve yağmalamayacak hem de kendisinden alınan zekat (vergi) yoksullara, ihtiyaç sahiplerine dağıtılacaktı. Bedeviler, zekatı bir gareme/cereme sayıyorlardı. (15) Zenginlerin aşağı sınıftan yoksullara ve muhtaçlara servetlerinin bir bölümünü vermeleri de neyin nesi oluyordu(36/Yasin, 47).
Bunların bir kısmı, Hz. Peygamber hayatta iken, İslam’a girmek suretiyle onlardan daha büyük ve güçlü kabilelerin saldırılarına karşı kendilerini koruma altına almışlardı. Yıllık vergilerini ödeyip de rutin ibadetlerini yerine getirdiklerinde özgürce yaşıyor, merkezi idare onları koruma altına alıyordu. Bu istikrar ve sağlanan güvenlik ortamından sadece müslümanlığı kabul eden kabileler değil, Yahudi, Hıristiyan ve Mecusi topluluklar da yararlanıyordu ki, Belazuri, Hz. Peygamber’in Yemen’e elçilerini ve vergi memurlarını Müslümanlardan zekat ve öşür; Yahudi, Hıristiyan ve Mecusilerinden cizye toplamak üzere gönderdiğini yazar (16) Söz konusu küçük kabileler, Hz. Peygamber’in vefatıyla eski koruma şemsiyesini kaybedecekleri kaygısına düştüler, bu süreçte Medine’ye karşı ayaklanan daha güçlü kabileler yanında yer almaya başladılar. Demek ki, korunmaya muhtaç kabilelerin temel sorunu güçlünün yanında yer almaktı.
c) Daha ilginç sebep, kabileler arası rekabet ve kadim husumetin irtidat olayında rol oynamasıdır. Şöyle ki: Amr bin Temim ve Ribab kabileleri müslüman olmuştu. Araları eski zamanlardan beri açıktı, müslüman oldukları halde birbirlerine pek ısınmamışlardı. Biri diğerini kolluyordu. Eğer hasmı Hz. Ebu Bekir’e isyan ederse, kendisi sadakatini yineleyecek, bağlılığını beyan ederse kendisi irtidat edecekti. Zibrikan bin Bedr, Hz. Peygamber zamanındaki gibi zekatını Hz. Ebu Bekir’e götürüp teslim etti, bu sefer Kays bin Asım zekat verip vermemekte tereddüt etti, sonra da pişman oldu. Uyeyne bin Hısn, bunun tipik örneğidir. İrtidat edip de yakalanıp Medine’ye getirildiğinde, çocuklar “Ey Allah’ın düşmanı iman ettikten sonra inkârcı mı oldun?” diye söylediklerinde, o: “Allah’a andolsun, ben bir gün için dahi iman etmemiştim” der. (17)
Şu halde “Ridde” adı altında toplanan ayaklanmalara baktığımızda, ayaklananların iki ana gruba ayrıldığını tespit etmemk mümkün görünmektedir: 1. Siyasi mürtedler, 2. İtikadi mürtedler. (18)
Yukarıda zikri geçen Esed, Füzara, Kinde vb. kabileler müslümanlıktan din olarak çıkmış değillerdi, merkezi idareye karşı çıkıp İslamiyet’i kendi sosyal ve fiziki şartları içinde yaşamak istiyorlardı. Hz. Ömer bunlara savaş açılmayacağını düşünüyor, Hz. Ebu Bekir ise aksi görüşü savunuyordu. Nitekim yapılan istişareden sonra Halife’nin görüşü kabil edildi. Halife’nin görüşü siyasi ve idari bir karardı, yoksa Hz. Ömer’in konuyla ilgili görüşlerini değiştirdiği anlamına gelmiyordu. Sonraları Hz. Ömer’in, mürtedlere karşı savaşma fikrini Allah’ın Hz. Ebu Bekir’in kalbine yerleştirdiğini söylediği yönünde bazı rivayetler nakledilmişse de (Tirmizi, İman, 1; Nesai, Cihad, 1) bunlar konuyla ilgili oluştuğu iddia edilen “icma”ı takviye, icmaı bozacak herhangi bir muhalif görüşün olmadığı yönünde bir algı oluşturmak amaçlı olduğu anlaşılmaktadır. Zira hilafeti döneminde Hz. Ömer, Hz. Ebu Bekir’in tatbikatını terketmiş, kendi görüşü yönünde politikalar takip etmiştir ki, o dönemin sahabesi de buna itiraz etmemişlerdir (19) Biz buna bugünkü tabirle anayasal düzeni yıkmak, ayrılıkçı ayaklanmalar yapmak, vergi vermeyi reddetmek, devletin kolluk kuvvetlerine karşı koymak gibi suçlar kategorisine koyabiliriz. (5237 sayılı TCK’nin 302. Maddesi).
Kendisini öldürmeye gelen Halid bin Velid’e Malik bin Nuveyre “Kıbleye dönüp namaz kılan birini öldürecek misin?” diye sorduğunda, Halid “Müslüman olsaydın zekat verirdin” demiştir ki Ebu Katade, Malik ve çevresinin müslüman olduklarına şahadet edip öldürülmeyeceklerini söylemişse de Halid dinlemeyip Malik’le birlikte akrabalarını da öldürmüştür. (20) Nitekim İbn Teymiye’ye göre, zekat/vergi vermeyi reddedenler isterlerse namaz kılsınlar, oruç tutsunlar yine de mürteddirler. Sonraki dönemlerde mürted ve kafir kavramlarının kapsamı o kadar genişletilecek ki, namaz kılmayı terkedenlerden orduya katılmayı reddedenlere (bugünkü tabirle asker kaçağı) kadar çok sayıda suç irtidat olarak fıkıh kitaplarına geçecektir. (21)
Müslüman olduğunu söyleyip vergi vermekten imtina edenlerin itikadi mürted sayılması tartışmalıdır. Her ne kadar Hz. Ebu Bekir, vergi vermelerini, dolayısıyla merkezi idareye bağlılıklarını temin etmek amacıyla bu kabilelerle savaşmışsa da, itikadi olarak bu kabileler müslümandı.
3. Belli başlı irtidat olayları
Bizim ikinci kategoride ele almanın daha doğru olacağını düşündüğümüz “itikadi mürtedler” genellikle ya yalancı peygamberler veya zaten müslüman olmamışken siyasi ve idari olarak Medine hükümetinden kopup ayrılmak isteyenlerdir. Bunlardan dört tanesi tipik örnek teşkil eder: Esved el Ansi, Tulayha bin Huveylid, Secah ve Müseylemetü’l Kezzab.
Şimdi bunlara kısaca bakalım:
1.Esvedü’l Ansi: Literatüre “yalancı/sahte peygamber” olarak geçen Esved el Ansi, aslında kendisi de peygamber olmadığını, başka bir deyişle kendisine vahiy gelmediğini biliyordu, ancak durum değerlendirmesine göre peygamberlik çeşitli toplumsal kesimleri motive edici bir güçtü. Ansi, zekat vermeyi reddetmiyordu, onun amacı kendi kabilesinin Medine hükümetine karşı özerkliğini sağlamaktı. Konu üzerinde çalışanlar Ansi’nin başkaldırıdan önce dahi Müslüman olup olmadığı konusunda ihtilafa düşmüşler, kimine göre ilk günden zaten Ansi Müslümanlığı kabul etmiş değildi. Ancak Hz. Peygamber’in bütün Arap yarım adasıni içine alacak hakimiyet kurması, onu da Medine’ye biat/itaat etmeye mecbur bırakmıştı. Belazuri yüzünün siyahlığından dolayı ona “esved” denildiğini yazar. Genellikle yüzüne peçe takar, savaşmeydanına öyle çıkardı, zira eski Sami geleneğine göre kâhinler ve peygamberler yüzlerine peçe takarlardı, bundan dolayı da ona “Zu’l hımar” sıfatı da takılırdı.
Ansi’yi hemen silahlı ayaklanmaya sevkeden önemli sebep, h. 10. Yılında Veda Hacc’ından Medine’ye dönen Hz. Peygamber’in hastalandığının kısa süre içinde her yere yayılmasıydı. Bu haber üzerine Ansi, kendisine “Rahmanü’l Yemen” ismini takıp dolaşmaya, insanları kendine tabi olmaya çağırmaya başladı (Taberi, III, 184). İlk anda Ans ve Mezhiç kabileleri ona tabi olduklarını açıkladılar. Necran Hıristiyanları ona gerekli kolaylığı göstereceklerini bildirdiler. Bu arada Yemen’de Ebna’ların hakimiyetini istemeyen saf Arap kökenli Yemenliler de Ansi’ye katılmaya karar verdiler. (22)
Esvedü’l Ansi kısa zamanda Yemen’de önemli başarılar kazandı, çok sayıda irili ufaklı aşiret ve kabileler onun etrafında toplandı. Taberi, yörenin halkının ona inanmadığını, ayaklanma sırasında zayıf kalan bazı grup ve kabilelerin bir tür “takiyye” yaparak ondan göründüğünü kayd eder.
Ancak uzun ve yorucu uğraşı ve çatışmalardan sonra Esvedü’l Ansi yenilgiye uğradı, Hz. Peygamber’in irtihalinden birgün önce de öldürüldü. (23)
2. Tulayha bin Huvaylid: En ilginç irtidat örneklerinden biri, belki de en dikkate değeri Tulayha bin Huvaylid’inkidir. Esvedü’l Ansi gibi Hz. Peygamber’in hastalandığını duyunca kabilesi Beni Esed ile birlikte Tayy ve Gatafan kabilelerini de yanına alarak peygamberlik iddiasıyla ortaya çıktı (24). Ona göre, Hz. Muhammed nasıl Kureyşi birleştirip önder kabile yaptıysa, kendisi de pekâlâ Beni Esed’i önder kabile haline getirebilirdi. Tulayha ve ona katılanların gözünde kabileleri bir araya getiren manevi bir güçtür, bu durumda her kabilenin kendine göre bir peygamberin etrafında toplanması pek ala mümkündü. Nitekim Uyeyne bin Hısn açıkça “Esed ve Gatafan peygamberleri bana Kureyş’in peygamberinden daha sevimli gelmektedir” diyor ve şöyle sesleniyordu: “Muhammed öldü, Tuleyha ise yaşıyor, öyleyse Tuleyha”ya tabi olunuz.” Uyeyne bin Hısn, Buzaha savaşında Tuleyha’ya vahiy getirdiği öne sürülen Zu’n nun’dan yardım geleceğine inanıyordu, ne var ki yardım gelmeyince onun yalancı olduğunu ulan etti, 700 kişilik Fezarilerle savaş alanını terk etti.
Bu, aslında Mekke fethinden önce her kabilenin kendine özgü bir putunun olması gibi, irtidat eden kabilelerin bir bölümü de her kabilenin kendine özgü bir peygamberi olabilir kanaatini taşıyordu.
Tuleyha daha Efendimiz hayatta iken ayaklandı ise de, ancak Hz. Ebu Bekir’in hilafete getirilmesinden sonra zabt-u rapt altına alındı. “Zapt-u rapt altına alındı” diyoruz, zira Tuleyha ilk irtidattan sonra Müslüman oldu. Daha öncesinde yani hicretin 5. yılında Hendek savaşında Medine’yi kuşatan müşriklerin ordusunda Beni Esed’in komutanıydı, 9. yılda kabilesinden bir heyetle gelip Müslüman olmuştu. Bir sene sonra irtidat edenlerle birlikte İslam’a karşı savaş açtı, peygamberliğini ilan etti, Halid bin Velid tarafından yenilgiye uğratılınca canını zor kurtarıp kaçtı, Hz. Ömer zamanında bir kere daha Müslüman oldu. Sonra da Ebu Musa el Eş’ari’nin komutasında yürütülen Kadisiye savaşında, yani Irak’ın fethi sırasında savaş planlarını hazırlayan Müslüman bir asker olarak önemli görevlerde bulundu, savaşla ilgili şiir yazdı. Sonraları Tuleyha, Müslüman olan Kazvin’e 500 müslümanla birlikte gönderilip yerleştirildi, onlara Belazuri’nin ifadesiyle “Kimsenin hakkı olmayan topraklar ikta olarak verildi.” (25)
3. Secah binti Haris: Kendisi Mezapotamya kökenli Temim kabilesinden olmakla beraber annesinin kabilesi Tağliboğulları arasında yaşayan Hıristiyan bir kahine kadındı; Hıristiyanlık hakkında şumullü bilgisi vardı. Temim liderleriyle anlaşıp Hz. Ebu Bekir’e karşı savaş ilan etti. Her biri kendi komutanları tarafından yönetilen kabilelerin başına geçerek Medine üzerine yürümeyi planladı. Ancak kabilesiyle birlikte ona tabi olan Malik bin Nuveyre, Secah’a önce İslam’dan dönmeyen Temim boylarından Rebabe ile savaşmasını önerdi, Secah kabul etti ama Rebabe ile olan savaş çetin sürdü, her iki taraf da ağır kayıplar verdi.
Hz. Ebu Bekir, Secah’ın isyanını bastırmak üzere İkrime’yi gönderdi. Secah’ın niyeti Müseylime ile savaşmaktı, ancak bir yandan İkrime, diğer yandan Secah ile savaşmanın aleyhinde olacağını hesaplayan Müseylime, Secah ile kendi bölgesi olan Yemame’nin yıllık mahsulünün yarısını vermek üzere anlaştı, Secah da kendi kabilesine döndü. Bundan komutanları ve askerlerinin bir kısmı memnun kalmadı, zira bu anlaşma Secah’ın öne çıkardığı ideallerin hiçbirine karşılık değildi. Neticede onu terk ettiler, o da ayaklanmayı bıraktığını ilan edip Müslüman oldu.
Secah, Hz. Peygamber’en sonra ortaya çıkmış yalancı bir peygamberdi, kendisinden hayli eski zamanlarda orduların başına geçen, Zebibleri ve Şemsileri yöneten kadınlar gibiydi. Belki de ona en yakın olan Tedmürlerin kraliçesi ve muktedir lideri Zenobiya’ya (Zennube) benzer. Zenobiya öylesine cesarete sahipti ki, Roma imparatoru Aurelianus’la savaşmayı göze almıştı. Güzel şiirler okuyor, insanları şaşırtan kehanetlerde bulunuyordu. Hz. Peygamber’in irtihal haberini alınca, muhtemel ayaklanmaları hesaba katarak bu konjönktürden istifade etmek istedi, peygamberliğini ilan etti. Secah namaz, oruç ve zekatı tanıdığı, fakat domuz etini helal kıldığı iddia edilmektedir.
Netice’de Secah, Mezopotamya’dan kuvvetli bir fırtına gibi esmiş, fakat Ribab ve Amrların kuvvetli direnişiyle karşılaşınca Müseylime ile anlaşmak zorunda kalmış, ardından da iddialarından vazgeçmiştir. Muaviye zamanında Müslüman olduğu, hayatını ‘iyi bir Müslüman’ olarak geçirdiğini kaynaklar yazar. Secah hakkında geniş bilgi veren Bahriye Üçok, İslam dininin ve halifelerin geniş hoşgörüsü sonucunda Tuleyha gibi Secah’ın da bağışlandığını, bu durumun halk arasında ‘din uğruna’ çıkan tehlikelerin önüne geçtiğini yazar. (26)
4. Müseylimetü’l Kezzab: Müseylime Necd bölgesinin önemli kabilelerinden biri olan Beni Hanife’ye mensuptu. Bu kabilenin kendi isteğiyle mi müslüman olduğu, yoksa hiçbir zaman Medine hükümetine boyun eğmediğine dair farklı görüşler vardır. Ancak Heyetler Yılı’nda 10 kişilik bir grubun gelip Hz. Peygamber’e biat ettiği sabittir; İbn Hişam bu heyetin içinde Müseylime’nin de olduğunu yazar (27) Mamafih Yemame’de hayli kalabalık bir müslüman nüfus bulunuyordu.
Müseylime İslam hakkında yeterli bilgi ve bilince sahip olmayan bu kabilede büyük bir etkiye sahipti. Başlangıçta Hz. Muhammed (s.a.)’in peygamberliğini kabul ediyordu, ancak kendisinin de peygamber olduğu iddiasıyla hakimiyet ve nüfuz alanlarını onunla paylaşmak istiyordu.
Taraftarlarına yaptığı konuşmada şunları söylüyordu: Tek başına Kureyşlilerin yönetmesi adaletsizlikti, hakimiyet alanları ikiye bölünmeli, yarısı Kureyşe, diğer yarısı Beni Hanife’ye verilmeliydi. Hz. Peygamber’e yazdığı mektupta şu ifadeyi kullanıyordu:
“-Allah’ın Elçisi Müseylime’den Allah’ın Elçisi Muhammed’e! Ben bu işe (nübuvvet) ortak kılındım. Arzın yarısı bize, yarısı da Kureyş’e! (Tek başına arza el koymakla) Kureyş haddi aşan bir kavimdir.” Cevabi mektubunda Hz. Peygamber (s.a.) de, şöyle buyuruyordu:
“-Rahman ve Rahim Allah’ın adıyla! Allah’ın Elçisi Muhammed’ten yalancı Müseylime’ye. Hidayete tabi olanlara selam olsun. Arz (yeryüzü) Allah’ındır. Onu dilediğine verir, (güzel) akibet takva sahiplerindir.” (28)
Hz. Peygamber’den olumlu cevap alamayınca ayaklandı; ona uyanlara namazı kaldırdığını, içki ve zinayı serbest bıraktığını ilan etti. Müseylime’nin ayaklanması ancak Hz. Ebu Bekir zamanında bastırılabildi. Başlangıçta onun üzerine İkrime ve Şurah bin Hasen komutasında ordu gönderildiyse de, onu yenemediler, Müseylime’yi ancak Halid bin Velid yenip, bölgeyi tekrar İslam hakimiyetine bağladı. Vakıdi, Müseylime’yi Uhud’ta Hz. Hamza’yı şehid eden Vahşi’nin Yemame Günü’nde yani savaşta öldürdüğü ihtimalinden bahseder, onu Ensar’dan birinin öldürdüğü de muhtemeldir (29).
4. İlk sonuç
Bütün bu anlatılanlardan çıkan sonucu şöyle sıralayabiliriz:
1. Daha Hz. Peygamber irtihal etmeden önce ancak hastalandığı haberi yayılınca ve Hz. Ebu Bekir’in hilafete seçilmesinden sonra başlayan dinden dönme (irtidat) olaylarının neredeyse tamamı siyasi nitelikli olup, kabilelerin Medine merkezinden kopup kendi başlarına özerk/bağımsız yaşamak istemelerinden kaynaklanmaktadır. Dini/hukuki bir vecibe, asli bir görev ve sorumluluk olan zekatı vermek istememeleri merkezi idareden kopmak istemelerinin bir enstrümanıdır. Bugünkü tabirle merkezi idareye başkaldıran bir grubun devlete vergi vermeyi reddetmesiyle aynı şeydir. Tarihte vergi almayan bir siyasi organizasyon ya da devlet yoktur;
2. Medine merkezli Hz. Ebu Bekir yönetimine başkaldıranların bir bölümü müslümanlığın itikad ve ameli vecibelerini kabul ettiğini beyan eden müslüman kabilelerdir, zekat vermeyi reddetmelerinin sebebi merkezden kopmaktır; diğer bölümü ise sahiden dinden çıkıp peygamberliklerini ilan eden şarlatanlar ve onlara tabi olan kabilelerden oluşmaktadır;
3. Zekat vermeyi reddeden müslüman kabileler dini bir vecibeyi merkezin belirlediği şekilde yerine getirmeye karşı çıkarlarken, sahte peygamberler ise başkaldırıyı “dini/itikadi” bir temele ve gerekçeye dayandırmakta, böylelikle dini araçsarlaştırmakta, istismar etmektedirler;
4. Her iki örnekte isyancılar silah kullanmakta, merkezi idarenin meşru güçleriyle savaşmaktadırlar;
5. İlk saldırı Hz. Ebu Bekir’den yani meşru yönetimden değil, merkezden kopmak isteyen ayrılıkçılardan gelmekte; bu da merkezi idareyi isyanı bastırmak mecburiyetinde bırakmaktadır;
6. Merkezi idareye karşı isyan edenlerin tamamı öldürülmeyip, kaçanlar veya sonra İslam’a girenler fıkıh kitaplarının neredeyse mutlak ceza olarak takdir ettikleri ölüm cezasına maruz kalmamakta, aksine iyi müslümanlar olarak hayatlarına devam edebilmekte (Secah örneği), hatta İslam’a büyük hizmetler yapabilmiktedirler (Tuleyha örneği). Bu ikisinin irtidadına tekrar döneceğiz.
Bundan sonraki yazımız, konuyla ilgili Hz. Ömer ve Hz. Ali’nin tatbikatı ile fıkıhçıların hangi gerekçe ile mürtede ölüm cezasını takdir ederlerken icmaı delil olarak gösterdikleri konusunun kritiği olacaktır.
Notlar
1) İbn Kudame, el Muğni, Beyrut, ty.,X, 74-77.
2) Rağıb el-İsfahani, el-Müfredat, Redde Maddesi, ; Asım Efendi, Kamus Tercemesi, I, 1141.
3) Samarrai, İslam fıkhında mürtedin tâbi olduğu hükümler s. 137.
4) İrtidat kapsamına giren suçlar ve fıkıh kaynaklarında takdir edilen cezalarla ilgili daha geniş bilgiler için bkz. Ebu Yusuf, Kitabu’l haraç, 279-285; Ebu Hasan el Maverdi, Ahkamu’s sultaniyye. S. 63 vd.; İbn Rüşd, Bidayetü’l müctehid, IV, 349; Ömer Nasuhi Bilmen, Hukukı İslamiyye ve ıstalahtı fıkhıyye kamusu, IV, 5-30; Abdurrahman el Cezeri, Kitabu’l fıkh ala mezahibi’l erbaa, VII, 645-669; Tahavi, Şerhu meani’l asar, V, 346.; Vehbe Zuheyli, İslam fıkhı ansiklopedisi, 462-471, X, 475; Abdulkadir Udeh, Mukayeseli İslam hukuku ve beşeri hukuk, II, 133 vd.; Heytemi, Abdulhak, Ahkamü’r ridde ve’l mürteddiyn, s. 8 vd.; Ahmet Yaşar, İslam ceza hukukunda idamı gerektiren suçlar, s. 90 vd. Muhammed Ebu Zehra, İslam hukukunda suç ve ceza, II, 86 vd.; Muhammed Faruk en Nebhan. İslam anayasa ve idare hukukunun genel esasları, s. 545 vd.; Taha Cabir Alvani, İrtidat (tarihsel ve metinsel analiz, s. 121-145; Sahip Beroje, Farklı bakış açılarıyla İrtidat suçu ve cezası, s. 79-117; Ahmed Saim Kılavuz, İman-küfür sınırı, s. 78-81.; Fatih Orhan, İslam ceza hukukunda irtidat ve temel insan hakları bağlamında değerlendirilmesi, Çukurova Üniversitesi Sosyal Bilimler Enistitüsü Temel İslam Bilimleri Anabilim Dalı. Doktora Tezi, Adana-2014.
5) “Müşrik Müslüman” veya” mü’min olmayan Müslüman” kavramsallaştırma için bkz. Ali Bulaç, Medine Sözleşmesi, s. 89 vd.
6) Bahriye Üçok, İslam’dan dönenler ve yalancı peygamberler, 3. Bsm., s. 41. Ali Osman Kurt , Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam’da din değiştirme, s. 205.
7) İbn Hişam, es SiretüN nebeviyye, IV, 152; Taberi, III, 125 vd. İbn Sa’d, 72 heyetin ismini vermektedir. Tabakat, I, 279-343.
8) Julias Welhaussen, Arap devleti ve sukutu, s. 10. Sallabi, hicretin 9. Yılında peşpeşe gelmeye başlayan ve sayıları 60 ila 100 arasında değişen heyetlerle ilgili bilgilerin siyer kitapları ile hadis kitapları arasında bazı farklılıklar olduğunu söyler. Ali Muhammed Sallabi, Siyer-i nebi, II, 679.
9) Filip Hitti, İslam tarihi, I, 212.
10) Welhaussen, İslam’ın en eski tarihine giriş, s. 4.
11) Muhammed Abid Cabiri, İslam’da siyasal akıl, s. 331.
12) Fatih Orhan, İslam ceza hukukunda irtidat ve temel insan hakları bağlamında değerlendirilmesi, Çukurova Üniversitesi Sosyal Bilimler Enistitüsü Temel İslam Bilimleri Anabilim Dalı. Doktora Tezi, Adana-2014, s. 96.
13) Belazuri, Fütuhu’l buldan, s. 111.
14) Mehmet Azimli, Dört halifeyi farklı okumak-1 Hz. Ebu Bekir, s. 80.
15) Bedevilerin karakteristik tutumu ve “gareme/cereme” için bkz. Ali Bulaç, Kur’an Dersleri/Tefsir, III, 561-563.
16) Belazuri, Age., s. 80.
17) İsyan sebepleri için bkz. Bahriye Üçok, Age., s. 40. Mehmet Azimli, Dört halifeyi farklı okumak Hz. Ebu Bekir, 79 vd: Ali Osman Kurt, Age. s. 212-213.
18) Taha Cabir, Alvani, İrtidat, s. 55-81; Muhammed Münir İdlibî, Katlü’l mürted el cerimütü’l leti harammaha’l İslam, 2. Bsm., Şam-1993, s. 119-134 (file:///C:/Users/Ali%20Bula%C3%A7/Desktop/QatalMurtad.pdf); Sahip Beroje, Age., s. 67-77; Ali Osman Kurt, Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam’da din değiştirme, s. 204-217; Muhammed Abid Cabiri, İslam’da siyasal akıl, 301 vd; Abdulaziz ed Duri, İlk dönem İslam tarihi, s. 63 vd.
19) İbn Hacer el Askalani, Fethu’l bari, XII, 280.
20) Vakıdi, Kitabu’r ridde, s. 107. Nakl. Fatih Orhan, Ag. Tez, s, 100.
21) Sosyal medyada şair İsmet Özel’in şöyle bir twetinden söz edilmektedir: “’Bana ne Türkiye’den’ diyen herkes dinden çıkmıştır.”
22) Ebna: Habeşlilerin Yemende kurdukları hakimiyetten kurtulmak üzere Yemenliler İranlıları yardıma çağırmışlardı. Zaman içinde Yemeni Habeş hakimiyetinden kurtaran İranlılar ile Araplar evlilikler yoluyla birbirine karıştı, bu karışımdan oluşan nesle “ebna” denirdi. Ansi ortaya çıktığında genellikle siyasi ve toplumsal inisiyatif Ebnaların elindeydi.”
23) Taberi, III, 226-233. Belazuri, Fütuhu’l büldan, s. 124-126. Ayrıca bkz. Bahriye Üçok, Age, s. 55-70.
24) Taberi, III, 239
25) Taberi, III, 184, 246, 557-562. Belazuri, Age., s. 112-114, 295-298 ve 366-367. Ayrıca bkz. Bahriye Üçok, s. 74-95; Mehmit Azimli, Age., s. 95-96; Abdulaziz Duri, Age., s. 84; Cabiri, s. 307.
26) Bkz. Taberi, III, 271 vd. Üçok, s. 95-108; Azimli, Age., s. 104-105.
27) İbn Hişam, IV, 164-165; Taberi, III, 136-137; 239-246.
28) Taberi, III, 145-146.
29) Vakıdi, Kitabü’l meğazi, s, 263, 722.
HABERE YORUM KAT