İrfan, Örf ve Felsefe Üzerine Düşünmek
İslamî ilimler felsefeye kaydıktan sonra belki bağımsız birer ilim olma şerefini kazandılar ama İslam'ı anlatmadan da uzaklaştılar. Mesele dengeyi tekrar kurabilme meselesidir.
Faruk Beşer / Yeni Şafak
Haddimizi aşmış olduğumuzu bilerek ilim ve felsefi tasavvufun bir kavramı olan irfan konusunda zihinleri karıştırmaya devam edeceğiz.
İrfan ile aynı kökten gelen 'örf' diye bir kavramımız daha var. Kuranıkerim buna çokça temas eder. 'Sen cahillere bakma, örf ile emret' buyrulur. Örfe maruf da denir, Kur'an-ı Kerim'de kırka yakın yerde geçer, irfana yakındır.
Aslında maruf, örften önce olmalıdır, iyi tanınan iyi bilinen demektir. İlim ve aklıselim sahibi insanların toplumun Kur'an'a ve Sünnet'e aykırı olmadığına karar verdikleri davranışları yaygınlaşarak ve tekrarlanarak örfe dönüşmüş olur. Örf kültürle de benzeşir ama kültür demek değildir. Çünkü kültürü oluşturan bilgileri insan üretir. Oysa örf dediğimiz uygulamaların Şari tarafından, en azından reddedilmemiş olması gerekir.
Örf sadece ahlaki alanda değil, hukuki alanda da hesaba katılması gereken bir kaynaktır. Marufun tam zıddı ise münkerdir.
Bugün örfle âdet aynı anlamda kullanılır, İslam'da ise aralarında ince bir fark vardır. Âdet avdet etme, dönüp tekrarlanma anlamı taşıdığı için toplum tarafından alışılıp tekrarlanan her davranış âdettir, bunun iyisi de kötüsü de olur, örf ise ancak iyi bilinenlerin tekrarlanması ile oluşur.
Yani irfanın örfle alakası, felsefi tasavvufla olan alakasından daha nettir.
O halde felsefi tasavvuf, ya da felsefi İslam nedir?
İslam'ın vazgeçilmez kaynakları bellidir; Kitap ve onun açıklaması olarak Sünnet. Hangi zamanda yaşıyor olursanız olun, sağlam bir Müslüman olmak için hayatınızı Sünnet örneğini ihmal etmeden Kitab'a uygun kılmalısınız. Bu da elbet düşünmeyi, akletmeyi ve yeni içtihatlarda bulunmayı gerektirir. Çünkü naslar sınırlıdır ve akletmemiz için bize boşluklar bırakmıştır. Daha önceki bir yazımızda da söylemiştik, Kur'an-ı Kerim'de düşünmek ve akletmekle ilgili ondan fazla kavram vardır: Teakkul, tefekkür, tedebbür, nazar, basiret, tefekkuh, tezekkür, iddikâr, teemmül, itibar, istinbat, zikr… gibi. Demek ki, düşünmenin en az bu kadar farklı boyutu ve farklı kademesi mevcuttur ve bunların hepsi de bizden istenmektedir.
Bunu yapamazsak karşımıza ya hikmetten uzak neo-selefilik çıkar, ya da naslar çerçevesinde kalmayan bir akletme, tasavvufta da olsa bizi felsefi İslam'a, yani akılla kurulan götürür.
Birileri infiale kapılıp, vay felsefeye mi sataşıyorsun, demesinler, sataşmıyoruz, felsefesini yapıyoruz.
Peki, felsefe olmadan olmaz mı, emin değilim, ama felsefenin olmadığı hiç olmamıştır. Olmasın deseniz de olacaktır. Hatta Gazali gibi, onu reddetmek için bile yine felsefe yapmak zorundasınız. Ne var ki, İslam'ın bizden istediği yukarıdaki düşünme araçları kendileri olmaktan çıkarılır, naslardan koparılır ve salt akla havale edilirse o zaman onların akletme dışındakileri ihmal edilmiş olur ve İslam düşüncesinde bir eksen kayması oluşur. Artık günümüzde olduğu gibi, herkes aklına göre bir İslam'dan söz eder. Çünkü içinde âdeta ulûhiyet geni bulunan insan aklını en büyük görmeye heveslidir. Razi'nin dediği gibi insandaki en gemlenemez arzu her şeye malik olma arzusudur. Ama insan bunu fiilen yapamadığı için bilgi ile gerçekleştirmek ister. Kendini, bildiği her şeyin maliki olarak görür ve aklını her şeyin önüne geçirir. Onun da bir imtihan vesilesi olduğunu ve sınırlarının bulunduğunu unutur.
Böyle olursa İslami ilimlerin ilki sayabileceğimiz fıkıh gibi sınırları belli, objektif bir ilim bile mükelleflerin fiillerinin hükmünü tespitle yetinemez. Fakih bunu anlamayı bitirince işim bitti deyip durmaz, farazi fıkha geçer. İşte bu nokta fıkhın bile felsefeye kaymaya başladığı noktadır. Usulü fıkıh ise neredeyse tamamen bir dil felsefesidir. İlk usuller, nasları anlamadaki basit beyan kurallarından ibaretken, sonrakilerin bu anlamayı bile felsefeye dönüştürdükleri ortada. Ne var ki, böyle bir eksen kaymasından sonra usulü fıkıh da artık fakih yetiştirememiştir.
Fıkıh böyle olursa, kelamın, tasavvufun ve diğer İslamî ilimlerin tefekkuhu, tefekkürü vb bırakıp felsefeye kaymaları daha kolaydır. O zaman da, bize din diye ya felsefeleşmiş tasavvufun son noktası olan Vahdet-i vücut anlatılır, ya da karşımıza bunların hepsine tepki olarak 'hikmetsiz selefilik' çıkar.
İslamî ilimler felsefeye kaydıktan sonra belki bağımsız birer ilim olma şerefini kazandılar ama İslam'ı anlatmadan da uzaklaştılar. Mesele dengeyi tekrar kurabilme meselesidir. Hepsi ancak gereği kadar lazım.
Siz bir haşlama yemeği yapacaksanız bunun asıl maddesi et ve su olmak zorundadır. Bunda tuzun da, patatesin de, maydanoz ve havuç gibi lezzet katıcıların da belli ölçüde yeri olabilir. Ama mesela tuzcu, tuzun faziletlerine dair bir edebiyat döktürür ve size yemeğin tuzunu fazla koydurursa onu çöpe dökmek zorunda kalırsınız.
HABERE YORUM KAT