İran’ın Ortadoğu'daki Çetebaşı Kasım Süleymani 'Kurtarıcı' mı, Vitrin Malzemesi mi?
Dr. Serhan Afacan, İran’ın Ortadoğu’daki çetebaşı Kasım Süleymani’ye prestij sağlayan gelişmeleri değerlendirdiği yazısında, bir kısım savaşkan muhafazakarın Süleymani’yi geleceğin İran cumhurbaşkanı yapma hayalini analiz ediyor.
Dr. Serhan Afacan’ın AA-Analiz’de yayımlanan yazısı şöyle:
Kasım Süleymani: 'Kurtarıcı' mı, Vitrin Malzemesi mi?
ABD’nin 11 Eylül 2001 terör saldırılarının ardından Afganistan ve Irak işgallerine girişerek Orta Doğu’da istikrarsızlığı yaymasını müteakip İran’da adını en sık duyuran kişilerden biri Kasım Süleymani oldu. Geçen yıllar boyunca şöhret ve itibarı sürekli artan, Devrim Muhafızları Kudüs Ordusu’nun “şahin” komutanının, askeri sınırları aşan bir önemi var ve bu önem iki temel nedene dayanıyor.
İlk olarak, 11 Eylül’den hemen sonra, dönemin ABD yönetimince Irak ve Kuzey Kore ile beraber “şer ekseni”ne dahil edilerek hedefe konulan İran, yer yer haklı, yer yer de histeri boyutuna varan saiklerle, büsbütün bir güvenlik devletine dönüştü. İkinci olarak, İran’da Haşimi Rafsancani ve Muhammed Hatemi ile geçen 90’lar boyunca kurumsal yapısı tartışılan Devrim Muhafızları, 2000’lerde varlık nedenini dosta düşmana ispat edecek çeşitli fırsatlar buldu ve bunu da sonuna kadar kullandı. Süleymani de bu sürecin önemli bir parçası. Öyle ki onun adı muhafazakâr kanatta zaman zaman, 2021 yılında yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimleri için dahi geçiyor. Dahası Süleymani’nin destekçileri, onu ülkenin önemli muhafızlarından ve sınır dışı direniş hattının bekçilerinden biri olarak görüyorlar. Ülkede bu önemli figüre karşı olanlar için ise o hapsedildikleri bir dünyanın kapısındaki muhafızlardan biri. Süleymani’nin uzun yıllar sonra 1 Ekim akşamı İran’da bir televizyon kanalında yayımlanan röportajda yaptığı değerlendirmeler, onun konumu ve olaylara bakışı konusunda önemli fikirler veriyor.
İsrail-Lübnan Savaşı
2006 yazında İsrail Lübnan’a saldırdı ve İsrail-Lübnan savaşı patlak verdi. ABD’de dönemin Bush yönetiminin ve özellikle Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’ın İsrail’in saldırganlığını desteklemesinin bölge için ironik sonuçları oldu. Savaşın sürdüğü haftalarda, bir üniversite öğrencisi olarak bölgeyi gezmek üzere çıktığım seyahatte, Lübnan-Ürdün-Suriye hattında yaşananlara bizzat tanıklık etmiştim. Bu süreçte gözlemlediğim birkaç husus özellikle çarpıcıydı: Diğer birçok Arap lider gibi, Mısır’da dönemin Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek ve Ürdün’de Kral Abdullah, süreçteki İran etkisinden dolayı çekimser bir tutum takınıyorken, bu tavır halkın bir kısmında önemli rahatsızlıklara neden oluyordu. Diğer yandan İran, biraz da dönemin İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad’ın popülist karakteri nedeniyle, süreçte öne plana çıkmıştı ve özellikle Suriye sokaklarında Esed-Nasrallah-Ahmedinejad üçlüsünün posterlerini her yerde görmek mümkündü. Diğer bir ifadeyle, savaş Hizbullah’a ve ona verdiği destek nedeniyle İran’a bölgede önemli bir prestij getirmişti. Fakat sonraki gelişmeler bunun İran ve bölge açısından sorunlar barındırdığını ortaya çıkardı.
Süleymani’nin röportajı (süresinden dolayı ve biraz da Altı Gün Savaşı’na telmihen) Otuz Üç Gün Savaşı olarak da bilinen bu savaşı konu alıyor. Savaşın arka planı, çıkış nedeni ve çıktıktan sonraki süreçle ilgili konulara değinen Süleymani’nin anlattıkları, İran’ın olaya bakışının bilindik yönlerini içerse de, bölgedeki güncel duruma ilişkin belirli göndermeler barındırıyor. Süleymani’nin üzerinde durduğu birinci nokta, savaşı çıkaran tarafın Hizbullah olmadığı. Zira İsrail Lübnan’a saldırdığında, (bundan kısa süre önce iki İsrail askerini kaçırmış olan) Hizbullah bazı Arap ülkeleri tarafından savaşa neden olmakla suçlanmıştı. Süleymani ise eldeki kanıtların ve bizzat İsrail tarafından yapılan açıklamaların bunun aksini kanıtladığını iddia ediyor. Süleymani’ye göre, 2006 yılında İsrail Hizbullah’ı gafil avlamak amacıyla bir süredir hazırlık yapmaktaydı ve asker kaçırma eylemi, savaş çıkarmak şöyle dursun, bilakis planladığından erken harekete geçmek durumunda bırakarak İsrail’i başarısızlığa uğratmıştı. Süleymani bu noktayı, savaşın ilk haftasında duruma ilişkin rapor vermek amacıyla İran’a çağırılarak Meşhed’de görüştüğü İran Devrim Rehberi Ali Hamaney’in ifadelerine dayandırıyor. Süleymani’nin savaşın gidişatına ilişkin gözlemlerini dinleyen Hamaney, Hizbullah’ın hamlesinin İsrail’in planını bozduğunu söyler. Elinde bu yönde bir istihbarat verisi olmayan Süleymani bunu Hamaney’in ferasetine bağlar. Daha sonra bölgeye dönerek görüşmeyi Hasan Nasrallah’a aktaran Süleymani, İsrail askerlerini kaçırdıkları ve savaşa neden oldukları hissinden dolayı rahatsızlık duyan Nasrallah’ın, bu ifadeleri “ilahî ve gaybî” sözler olarak değerlendirdiğini ve rahatladığını kaydediyor.
Süleymani’nin röportajda üzerinde durduğu diğer bir konu da İran’ın savaş sürecine bakışı. Kudüs Ordusu Komutanı’na göre İran’ın bu savaşa ilişkin bakışını belirleyen üç unsur vardı: ABD’nin Irak ve bölgedeki varlığı ve saldığı korku; Arap ülkelerinin İsrail yanlısı tavrı, gizlice İsrail’i desteklemeleri, Lübnan’ın güneyinde demografiyi değiştirme projesine arka çıkmaları ve İsrail’in savaşı fırsat bilerek Hizbullah’tan bütünüyle kurtulmayı amaçlaması. Dolayısıyla Süleymani’ye göre İran’ın süreçteki dahli, Lübnan’ın içişlerine müdahale etmeyi değil, bu planların önüne geçmeyi amaçlıyordu. Süleymani İran’ın verdiği desteğin mahiyeti konusunda ise Hizbullah’a verilen manevi desteğin yanı sıra teçhizat ve para yardımından bahsediyor. Süleymani’nin bu açıklamaları, her ne kadar bölge politikasını büyük oranda bu tarz müdahalelere bağlamış olan İran açısından bir anlam ifade etse de, İran’ın bir bütün olarak bölgeye yaklaşımı hesaba katıldığında ikna edici durmuyor. Zira İran’ın 2000’lerin başında ve halihazırda Lübnan, Irak, Suriye ve Yemen’deki varlığı Süleymani’nin çizdiği çerçevenin çok daha ötesinde ve kapsamlı boyutlar içeriyor.
Beklendiği üzere, Süleymani’nin anlatısında Ali Hamaney’in liderliğine özel bir vurgu var. Hamaney’in süreci somut istihbarî bilgilerin de ötesinde değerlendirdiğini savunan Süleymani, savaş henüz başlamış ve Lübnan’ın güneyinden başlayarak çeşitli yerlerinde binalar yerle bir oluyorken, Hamaney’in Meşhed’deki söz konusu görüşmede, bu savaştan çıkacak zaferin Hicretten sonra Medine’deki ilk yıllarda meydana gelen ve Müslümanlar lehine sonuçlanan Hendek Savaşı zaferi gibi olacağını söylediğini kaydediyor. Bu görüşmenin olduğu tarihte ufukta herhangi bir zafer belirtisi görmediğini belirten Süleymani, Hamaney’in bu değerlendirmesinin de takvadan kaynaklı bir ferasete dayandığını savunuyor. Süleymani ayrıca Hizbullah’a destek konusunda Tahran’daki bütün yetkililerin görüş birliğinde olduğunu savunuyor ve bunun bütüncül olarak “Kutsal Direniş” yaklaşımına dayalı olduğunu belirtiyor.
Kasım Süleymani’nin değerlendirmeleri dikkatle takip edildiğinde, savaş sürecine bakışının mezhepçi bir yaklaşım taşıdığı görülür. Örneğin Süleymani, savaşın ilk günlerindeki gözlemlerini aktarırken, Lübnan’da Şii köyleri bombalanırken hemen yakınındaki Hıristiyan ya da Sünni köylerinde insanların nargile içecek kadar rahat olduğunu belirtiyor. Süleymani’nin Arap devletlerinin sürece ilişkin tavrı konusundaki yaklaşımı ise son derece eleştirel. Bir diğer konu da İran’da geniş halk kesimlerinin sürece bakışı, ki Süleymani bu konuda neredeyse tek kelime dahi etmiyor. İran’da geçim sıkıntısından şikayetçi kesimler arasında, devletin sınır ötesi operasyonlar için yaptığı masraftan rahatsızlık duyan, kayda değer bir kitlenin olduğu biliniyor.
İsrail’in bölgedeki saldırganlığının açık örneklerinden biri olan 2006 savaşının ardından bölgedeki fasit daire daha da karmaşık bir hal aldı. Bir yandan Hizbullah’ı çökertmek isteyen İsrail bunu başaramazken, diğer yandan İran bu savaş vesilesiyle bölgedeki güç ve prestijini artırdı. Fakat diğer yandan İran, birkaç sene sonra Suriye’deki savaşta da aktif taraflardan biri haline gelerek bölgede kendi imkân ve kapasitelerini zorlayan bir sürece girdi. İran’ın (Süleymani’nin baş aktörlerinden olduğu) bu süreci ilanihaye sürdürmesi imkânsız. ABD’nin doğrudan ya da dolaylı şekilde zeminini hazırladığı bu sürecin ardından İran’ı bölgeden çıkarmak istediği görülüyor; ama bunun kolay olmayacağı da aşikâr.
Kasım Süleymani’yi dinlerken, anlattıklarının ülkesinde ancak sayısı azalmakta olan bir kitleye anlamlı geleceğini görmemek imkânsız. İranlılar ülkelerinin dış politikasının ve güvenlik yaklaşımının rasyonelleşmesini bekliyor. Süleymani’nin “hayatını verdiğini” söylediği “Kutsal Direniş” birçok İranlı açısından pek bir anlam taşımıyor. Bu nedenle, ondan bir siyasi kurtarıcı ya da lider çıkarma uğraşları sonuç vermeyecektir. Belki de muhafazakârlar Süleymani’yi geçiş döneminde bir vitrin malzemesi olarak kullanıyorlar; süreç tamamlandığında ise Süleymani ve emsalleri eski bir paradigmanın muhafızları olarak anılır hale gelecekler.
[Yüksek lisans ve doktora çalışmalarını Leiden Üniversitesi İran Çalışmaları bölümünde tamamlayan Dr. Serhan Afacan İstanbul Medeniyet Üniversitesi öğretim üyesidir]
HABERE YORUM KAT