İran’ın Cürümlerini ‘İsrail Nefreti’yle Perdelemek
‘Mevzubahis olan vatandır’ dedikten sonra nasılsa akan sular durur. ‘Türkiye'nin güvenliği ve istikbali’ adına diskurlar çekenler ne kadar tutarsız ve samimiyetsiz olursa olsun yanına yamacına epeyce müşteri toplar kolayca. Siyaseti de toplumu da kolayca tavlamanın, sazan gibi avlamanın tipik göstergeleridir bu iğreti ve iğrenç varyeteler. Ancak hızla yaygınlaşıp bulaşabilen sinsi bir virüs gibi en kritik anlarda ölümcül bir tuzak olarak karşınıza dikilebilir.
Kimileri İsrail’e olan aşkını eskiden İran, Hizbullah, Taliban nefretiyle perdelemeye çalışarak ‘analiz’ yapardı. Şimdilerdeyse aynı yöntemle başka birileri sahneye çıkmış durumda. Dikkat çekmemek üzere azami gayret sarf ederek bu kez de İran’a olan aşkını perdelemek üzere İsrail ve Suudi Arabistan nefreti daha fazla devreye sokularak ‘analiz’ pazarlanıyor piyasaya. Eksik olmasınlar, Türkiye’yi İran’la karşı karşıya getirmek isteyen İsrail ve Suudi Arabistan’ın kurduğu tuzaklara, Amerika’nın çıkarmak istediği Şii-Sünni savaşına karşı adeta ‘erken uyarı sistemi’ gibi çalışıyorlar bahsi geçen çevreler.
Tuzağı Gizleyen Tuzak
Suriye’deki vahşeti günden güne büyüten son derece çetrefilli bir ittifak var. Kimileri bizzat sahada sergiliyor barbarlığını kimileriyse diplomatik alanda. Bu geniş ittifak Suriye’yi kan denizinde boğmakta gayet kararlı görünüyor. Öyle ki Suriye için başta Türkiye olmak üzere hiç kimsenin nefes borusu olmasına da müsaade etmiyorlar. Suriye üzerinde Rusya ve İran’ın her türlü ameliyat hakkı baştan itibaren ittifakla kabul edilmiş adeta.
“Türkiye’nin Suriye’de tuzağa düşürüleceği/düşürüldüğü” yönünde çok sayıda tez dile getiriliyor. Bu tuzağa düşme meselesi bazen Kürt sorunu üzerinden bazen mezhep çatışması üzerinden bazen de şu ya da bu devlete mahkûm veya muarız kılınma şeklinde tarif ediliyor. İyi ama Türkiye’nin Suriye’de tuzağa düşürüldüğü söylemi bizzat tuzağın parçası olan bir kara propaganda olmasın sakın! Bu meseleyi klasik Kemalist diplomatik teamüller çerçevesinde değerlendirenlerle neredeyse tamamı Baas rejimine müzahir sol-sosyalist örgütlerin değerlendirmesi hemen hemen aynı. Liberal-sol kanat ve Fethullah Gülen bloğu da AB kriterleri, ABD’nin beklentileri etrafında daha pragmatik eleştiriler getirse de Suriye’den kesinlikle uzak durulması yönünde tavır belirlemiş durumda.
İslami camia ve muhafazakâr-dindar geniş toplum kesimleri ise aşağı yukarı Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Başbakan Davutoğlu’yla aynı zaviyeden yaklaşıyor Suriye meselesine. Fakat sayıca çok az, tuttukları mevziler itibariyle oldukça etkili İran’a müzahir çevrelerse istikrarlı bir biçimde İran’ın tezleriyle siyaset ve toplumu manipüle etmek üzere seferber olmuş durumda. Bakın hiçbiri Suriye’de İran ve Hizbullah’ın giriştiği işgali, işlediği cinayetleri, katliamları söz konusu etmiyor. Esed rejimini ayakta tutmak adına İran ve Hizbullah’ın beş yıldır Suriye’de döktüğü kanlar, yakıp yıktığı şehirler İslamcı abi-abla sıfatıyla medyada boy gösteren ‘pek muhterem’ kanaat önderlerinin gündemine bile giremiyor.
Adaleti ve merhameti ayakta tutmanın mücadelesini veren bir İslamcılık değil de nostaljik, istihbari veya iktisadi gerekçelerle İran hesabına hareket söz konusu olunca zaten ne beklenebilir ki? Lakin halen piyasada bu gibi isimlerin halen neyi temsil ettiğini, neyi korumak ve kollamak vazifesiyle konumlandığını kavrayamayanların olması da acı bir gerçek. Türkiye’nin arkasında durduğu Suriye halkı Esed’e karşı başkaldırmasaydı, İran ve Hizbullah’a direnmesiydi, Rusya’ya teslim olsaydı, PKK-PYD’nin dayatmalarına razı olsaydı hiç sorun olmayacaktı. Ama Suriye halkı söz dinlemedi. Bu durumda Suriye halkı tuzağa düşünce, Suriye halkının yanında duran Türkiye halkı da tuzağa düşmüş oldu. Çünkü Türkiye’nin de kaderi Suriye’nin bugünü ve geleceğine tastamam raptedilmiştir.
Rahat Öl Suriye, İran’ın Kurşunu Acıtmaz!
Yeni Şafak yazarı Salih Tuna ancak kahvehane sohbeti tadındaki bol argolu gündemlerinden fırsat bulursa Suriye meselesine değinir. Ancak her ne zaman değinmişse Şii-Sünni çatışması, İran-Türkiye karşılaşması gibi yakıcı kaygılarını paylaşmıştır okurlarıyla. Aman Türkiye Amerika’nın, İsrail’in, Suudi Arabistan’ın tuzağına düşüp maazallah İran’la, Rusya’yla karşı karşıya gelmesinden öteye neredeyse hiçbir mesajı yoktur yazılarının. Çok haksız da sayılmaz bu endişesinde. Lakin bu meseleyi izah ederken hep İsrailli, Amerikalı, Avrupalı yetkililerin beyanatlarına dayandırıyor görüşlerini.
Normal şartlarda Salih Tuna’nın yapması gereken bir iş daha var. İran ve Hizbullah’ın Suriye ve Irak’taki askeri hareketliliklerine dair gerek ajanslara düşen haberleri gerekse bizzat resmi yetkililerin beyanlarını da esas alarak neden hiç analiz yapmıyor? Hasan Nasrallah’ın Suriye’ye kaç bin Hizbullah askeri sevk ettiğini, Esed rejimini savunmak adına Türkiye’ye nasıl bir karşılık vereceğini Salih Tuna hiç duymamış sanki. Kasım Süleymani başında olduğu Kudüs Ordusu’yla Suriye’de kaç bin masum insanı öldürdü, haberiniz var mı? Aynı Kasım Süleymani Moskova’ya gidip “acilen müdahale etmezseniz savaşı kaybederiz” çağrısı hakkında hiç mi malumatınız olmadı beyefendi? PYD’yi kanton bölgeler kurma hususunda ABD ve Rusya’dan önce en çok İran’ın teşvik ettiğini, Çözüm Süreci’ni bitirmesi ve şehirleri mayınlı hendeklerle savaş alanına çevirmesi noktasında İran’ın başat rol oynadığını göremediniz mi, anlayamadınız mı yoksa anlatmaya mı kıyamadınız? Garip değil mi İran’ın işlediği bu türden büyük suçlar hakkında takındığınız bu ilgisizlik?
Hiç sıkılmadan “Mevzubahis olan vatandır” diskurundan modern bir muska takmışsınız. “Türkiye'nin güvenliği ve istikbali, Rusya ile ilişkilerimizi behemehal düzeltip İran'la sağlıklı diyalog kurmaktan geçiyor” teziyle güya realist ama esasen sahte bir kurtuluş reçetesi yazıp Suriye halkının katillerine selam durmayı salık vermişsiniz. Ne büyük bir diplomasi, ne kudretli bir ahlak abidesisiniz!
Yeni Akit
YAZIYA YORUM KAT