İran'da İslâm tarihi ibret kaynağı mı olacak; yoksa, tekrar mı edilecek?
Bir ay önce Tunus’da meydana gelen sosyal patlama, sadece Gen. Zeyn - el’Âbidin bin Ali’nin çeyrek yüzyıla yaklaşan diktatörlüğünü devirmekle kalmadı; arkasından da, 85 milyon dev nüfusuyla derin bir uykuda olduğu düşünülen Mısır toplumunu derinden sarsıp, gideceği hiç beklenmeyen Husnî Mubarek’in 30 yıllık tahakkümünü bile sona erdirdi.. Ve, bu büyük sosyal patlamanın etkileri diğer ‘bilad-ı arab’da / arab beldelerinde/ diyarlarında derinden derine hâlâ da devam ediyor. Nitekim, Kuzey Afrika'daki Cezayir ve Libya'dan Arabistan Yarımadası'nın güneyindeki Yemen'e ve İran Körfezi'nin çevresindeki irili-ufaklı bütün rejimlere kadar herbirisinin bünyesinde sosyal patlamalar devam ediyor.. (Ki, bu satırların yazıldığı saatlerde, 42 yıldır Libya'ya zorbalıkla hükmeden Muammer el'Gaddafî'nin de ailesini, meydana gelen karışıklıklarda 200'den fazla göstericinin öldürülmesi üzerine yurt dışına gönderdiği açıklanıyordu..)
Tablonun böyle şekillenmesinde bu ülkelerdeki baskıların benzerliği ve bu baskıları bir kader saymak anlayışının artık yıkılmaya yüztutmasının yanısıra, bu toplumların aynı dil ve kültür ile beslenmesinin büyük etkisisinin olduğu da düşünülebir.. 70-80 yıldır sözü edilen 'Arab Birliği' fikri ve hedefi, arab halklarını yöneten rejimleri birleştirememiştir; ama, arab halkları, aralarındaki sun'î sınırları ve rejimleri geçersiz kılacak şekilde fiilî bir 'Arab Birliği'ni, başlarındaki tâgûtî rejimlere karşı ayaklanmak şeklinde gerçekleştirmişlerdir..
Bu arada, 32 yıldır Ali Abdullah Salih yönetiminde bulunan Yemen'den sonra, Bahreyn Sultanlığı, Ürdün Krallığı ve Irak'da da gerilim giderek tırmanıyor.. Fas ve Suûdî Krallığı'nın da bıçak sırtında veya diken üstünde oturmakta olduklarnın haberleri geliyor.. Bu gelişmeleri, müslüman toplumların kendilerine tahakküm etmekte olan tâgûtî rejimleri yere çalmak azm ve mücadelesinin gereğini, gecikmeli de olsa, nihayet, anlamış olduklarının hayırlı bir gelişmesi olarak selamlayabiliriz..
Sözkonusu ülkelerdeki baskıcı, haksız ve de tâgûtî yönetimlerin devrilmesi, kalbinde zulme ve zâlimlere nefret besleyen herkesi herhalde memnun edecek ve ancak zâlimlerim ufuklarını daha bir karartacaktır..
Bu sosyal patlamalarda her ne kadar kan da akıyor, birçok kurbanlar veriliyorsa da, insan kaybının çok yüksek olmaması yine de bir tesellidir.. Çünkü, büyük inkılablar ve devrimler bir yanardağ gibidir ki, onun kraterinden fırlayan lavlar, insan bedenlerinden ibarettir.. 1789'daki Fransız İhtilali, 1917'deki Rusya bolşevik/ komunist ihtilali, 1925'lerde Türkiye'de başlayan kemalist devrim, 1948'lerde Çin'de Mao liderliğinde gerçekleşen komunist devrim, 1970'li yıllarda Kamboçya'da Pol Pot liderliğinde meydana gelen komunist devrim ve de 1977-79 arasında İran'da Şah rejiminin 100 binden fazla insanı öldürttüğü ve İslam İnkılabı'yla noktalanan büyük kıyımlar bu kabildendir..
Bu açıdan bakıldığında, bilad-ı arab'da meydana gelen ve herbirisinin ömürleri 25 yılı aşkın yönetimlerin yıkılması esnasında uğranılan insan kaybı, genelde üç rakamla sınırlı olduğundan yine de teselli verici görülebilir..
*
Gül'ün gezisinde böyle yoz tavırlar gerçekten de oldu mu?
Tabiatiyle bu arada, İran'da meydana gelen karışıklıklara da değinmek gerekiyor, aynı kategoride olmasa bile..
Ancak önce, Abdullah Gül’ün İran ziyaretine değinmekte fayda var..
Çünkü, Tayyîb Erdoğan'ın Mısır'daki gösteriler sırasında Husnî Mubarek'e çıkış yolunu ilk gösteren -diplomatik açıdan- 'yabancı lider' olması ve bu durumun hemen bütün arab halkları arasında heyecanla karşılanmasını hatırlayanlar, Abdullah Gül'ün de İran'a o gösterilerle ilgili tavsiyelerde bulunmak için gitmiş olabileceği ihtimalini gündeme getirmişti..
Halbuki, hem Gül'ün o gezisi, aylarca önce planlanmıştı ve hem de İİC yetkililerinin dış tavsiyelere çok farklı baktığını -yıllarca Dışişleri Bakanlığı yapmış olan- Abdullah Gül mutlaka biliyordu..
Üstelik İran'daki gösterilerin mahiyeti çok farklıydı..
Abdullah Gül'ün İran gezisi, anlaşıldığına göre, planlanan hedeflere büyük çapta uygundu.. Halkın ona ilgi ve muhabbeti de son derece canlı ve sıcak idi..
Gül'ün Tahran'dan ayrı olarak İsfehan ve Tebriz’e yaptığı ziyaretler de renkli geçmiş ve her iki şehirde de, halk kitleleri Gül'e çok samimî ve sıcak bir ilgi göstermişlerdi..
Esasen, 11 Şubat günü, İslam İnkılabı'nın 32. yıldönümünde, milyonluk kalabalıkların katıldığı merasimlerde de taşınan sayılı yabancı dost liderlerin posterleri arasında Abdullah Gül ve Tayyîb Erdoğan posterlerinin bulunması da bunu gösteriyordu..
Ama, Tahran'da yayınlanan Cumhurî-i İslamî gazetesinin 19 Şubat tarihli sayısında yayınlanan bir özel haberde bir ilginç iddia vardı..
Bu iddiaya göre, Tebriz’de bazı pantürkist / panturanistler Abdullah Gül’ü, turancı- ayrılıkcı sloganlarla karşılamışlar ve Gül’ün heyetindeki bazı kişiler de bu kişileri teşvik edecek ve yüreklendirecek şekilde mukabelede bulunmuşlardı..
Şahsen, Gül'ün gezisinin hele de Tebriz merhalesine aid görüntüleri TRT’den izledim..
İddia edildiği gibi bir görüntü yoktu veya var idiyse de yayında yer verilmemiş, temizlenmişti..
Eğer, Gül’ün ziyaretinde, ona refakat edenlerden bazılarınca, öyle bir tavır sergilendiyse, gerçekten de, 'yuhh!' olsun.. Çünkü böyle bir davranış, herşeyi berbad etmeye yeter de artar bile.. Ve iddia edildiği gibi davranışları sergileyebilecek kimseler hele de medya mensubları ve akademisyenler arasında yok değildir..
Bir anekdot:15 yıl öncelerde Doğu Anadolu'daki bir üniversiteden bir otobüs dolusu akademisyen İran ve Orta Asya cumhuriyetlerine gidiyorlardı.. Bu heyetten bazı dikkatli 'müslüman'lar, heyetlerindeki bazı kişilerin Tebriz ve diğer türkçe konuşan şehirlerde, pazar yerlerinde, kahvehanelerde, otel ve restoranlarda yanlarına gelip ilgi gösteren genç-tecrübesiz insanlara, ‘Niye isyan etmiyorsunuz, ne zaman başkaldıracaksınız? Bakınız, Sovyet Rusya dağıldı, türkler bağımsızlıklarını elde ettiler.. Siz de yapabilirsiniz..' gibi laflar ettiklerini söylemişlerdi..
Bu akademisyenler, İran sınırından geçip Türkmenistan sınırına vardıklarında, sınırdan vize alabileceklerini düşünürken derin bir hayal kırıklığı yaşamışlardı.. Çünkü, Türkmenistan sınır güvenliğinin başındaki subay hâlâ da bir rus subayı idi ve ve bu heyeti gerisin geriye göndermişlerdi..
Ama, 'bizimkiler', mâdem ki geri dönüyoruz, zamanı boşa harcamayalım diyerek, Hazar Denizi'nin güneyindeki şehirlerden geçerken, oralarda bolca rastladıkları türkçe konuşan insanlara kendi 'laik-kutsal'larının propagandalarını sürdürmeye devam etmişler ve bu durum İran makamlarının dikkatini çekince bunları gözaltına almışlardı..
Ama, ne gözaltı...
Hazar'ın güneyinde, Mazenderan bölgesinde Sari şehrinin Valilik binasında, 40 saat kadar rahat bir şekilde misafir edilmek sûretiyle.. Ve sonra da, rencide edilmeden ve amma bu gibi saygısızlıkları bir daha tekrarlamamaları ihtar edilerek yola çıkmalarına izin verilmişti..
Bu gibi davranışları özellikle İslamî hassassiyeti olmayan kimseler yurt dışına gittiklerinde, türk bölgelerinde veya eskiden Osmanlı'nın hükmettiği coğrafyalarda, eski bir 'efenfilik hakkı' tasavvuru olarak muhatablarına hisssettirmektedirler..
Bu bakımdan, Abdullah Gül'ün heyetinde bulunan bazı kişilere nisbet olunan davranış çarpıklığının gerçek olması kuvvetle muhtemeldir..
Umulur ki, Abdullah Bey, hey'etine dahil ettiği kimseler arasından böyle münasebetsizlerin olup olmadığını araştırır.. Üstelik, bu o kadar zor da değildir.. Çünkü, bu geziyle ilgili olarak, geziye katılan kalem sahiblerinin yazdıkları ortada..
Bu konuya bu kadar değindikten sonra gelelim, İran içinde ve de daha önemlisi, İslam İnkılabı'nı gerçekleştiren aslî kadrolar arasındaki derin ihtilaflara..
*
*İnkılab'ın, dışındaki güçlere savaşı ona güç veriyordu; ya, kendi içindekiler?
Bilad-ı Arab'da böyleine büyük sosyal çalkantılar meydana gelirken..
İran'dan da, hem de İran Meclisi'nden bile 'Merg ber Mûsevî, /Merg ber Kerrubî, /Merg ber Khâtemî' (Musevî'ye ölüm, Kerrubî'ye ölüm.. Khâtemî'ye ölüm..) 'seran-ı fitne idâm bayed gerded' (Fitne'nin başları idâm olunmalı..) sloganları yükseliyor, bu sloganlar dünya televizyonlarına da veriliyor ve dahası, bu sloganlar artık, İİC'nin resmî-devlet televizyonundan da halk kitlelerinin sadâsı olarak bütün ülkeye duyuruluyor; cuma namazlarında, 'Veli-yy-i Faqih'e karşı çıkanlara ölüm! Veli-yy'i Faqih'e bağlanmaksızın kılınan namaz hokkabazlıktır!' sloganları bile yükseltiliyor ve üyeleri İnqılab Rehberi tarafından belirlenen ve büyük ulemâ ve hukukçulardan oluşan Anayasa Mahkemesi mesabesindeki Şûrâ-y'ı Nigehban'ın başkanı olan Âyetullah Ahmed Cennetî, 'Velayet-i Faqih'e karşı çıkanların Allah'ı inkar etmiş sayılacakları' gibi mantıklar geliştiriyor..
Bu arada, başta Hâşimî Refsencanî olmak üzere, tutumunu ve safını açıkça ortaya koymayan ulemâ ve diğer seçkinlerin de aynı suçlamalara mâruz kalacakları ihtar ediliyor..
(Burada isimleri geçen Mûsevî, İmam Khomeynî zamanında 8 yıl başbakanlık yapan Mîr Huseyn Mûsevî'dir; Kerrubî, İmam Khomeynî^nin İnkılab mücadelesinde seçkin bir yeri bulunan yakın talebelerinden ve İnkılab gerçekleştikten sonra da İslamî Şûrâ Meclisi Başkanlığı ve diğer önemli vazifelerde bulunmuş olan Huccet-t-ul'Îslam Mehdi Kerrubî'dir ve Khâtemî de, Musevî'nin hükûmetinde yıllarca İslamî İrşad ve Kültür Bakanlığı yapan ve 1997'de halkın yüzde 70 oyunu alarak cumhurbaşkanlığına gelen ve 2001'de de yüzde 80 oy alarak ikinci dönem için tekrar seçilen Hucce-t-ul'İslam Muhammed Khâtemî'dir.)
Gelinen bu nokta, İİC'nin son derece hayatî bir yolkavşağına geldiğini gösteriyor. Bu idâm taleb ve sloganlarının bir gözdağı olup olmadığı veya gerçekleşip gerçekleşmiyeceğine gelince..
Hemen belirtelim ki, her gerçek sosyal inkılab, büyük sosyal çalkantılar da demektir ve bu çalkantıların, tûfanların üstesinden gelmek için herkes tek tip çare düşünemiyeceğine göre, düşünce ve pratik farklılıkları kaçınılmaz olarak çıkar.. Elbette, bu gibi büyük sosyal çalkantılardan faydalanmak için pusuda bekleyen dış güçler de daima var olacaktır ve durum, İran'da 32 yıl önce sosyal hayata hâkim olan İslam İnqılabı Hareketi için de böyledir.. Ama, bunlar hem (merhûm) İmam Rûhullah Khomeynî'nin karizmatik liderliğinin gücü karşısında, sivrilmeden törpülenebiliyordu..
*
Yani, bu gibi ihtilaflar İnkılab'ın başından beri devamlı vardı..
*İhtilaflar hep vardı, ama hiç bu kadar derin değildi..
Bu ihtilaflardan en belirgin olanlarını şöyle kısaca hatırlayabiliriz:
1- İmam Rûhullah Khomeynî ile özellikle Azerbaycan'da milyonlarca muqallidi/ takibçisi/ bağlısı bulunan Âyetullah Kâzım Şeriatmedarî arasındaki ihtilaf idi ve Şeriatmedarî'nin taqlid merciliği makamından azledilmesiyle sonuçlanmıştı.. Bu arada, İmam Khomeynî'nin yakın çevresine sızabilmiş olan ve İnqılab nizamının ilk radyo-Tv. Kurumu Genel Müdürü ve sonra da Dışişleri Bakanı olan Sâdıq Qutbîzâde, İmam'ın öldürülmesi için hazırlanan bir komplonun içinden çıktığı için, yargılanmayı takiben idâm olunmuştu..
8 yıl sürecek olan İran-Irak Savaşı da yeni başlamıştı ve Saddam güçleri her yerde ilerliyordu..
2- Son derece önemli bir ihtilaf ise, merhûm Beheştî ile İslam Cumhûriyeti nizamının ilk cumhurbaşkanı seçilen Ebu’l Hasan Benî Sadr arasındaki ihtilaf idi.. Benî Sadr, Başbakanlık makamına Mîr Selîm isimli ve kendine yakın bir ismi getirmek istiyor, perde gerisinde İslamî Şûrâ Meclisi'ni elinde tutan ve resmi sıfatı Yargı Kurumu Başkanı olmak olsa da, aşağı-yukarı hemen her konuda İmam'dan sonraki en etkili isim olarak fiilî iktidar gücünü elinde bulunduran Beheştî, Mîr Selîm'in başbakanlığını engelliyor ve Muhammed Ali Recaî başbakanlığa getiriliyordu..
O sırada İmam Khomeynî'nin yakın çalışma çevresi suikasdlerle boşaltılmak isteniyordu.. Bu suikasdler neticesinde hemen her gün bir seçkin inkılabçı öldürülüyordu.. Murteza Mutahharî, Muhammed Mufatteh, Medenî, Destgayb, Gazi, Quddusî vs. gibi âyetullah mertebesindeki ulemâ arka arkaya katlediliyorlardı.. Hâşimî Refsencanî bir suikasdden bir böbreğini kaybederek ve haftalarca komada kalarak kurtulabiliyordu..
(Merhûm) Recaî, C.Başkanı Beni Sadr ile taban tabana zıd düşünceleri olan bir inkılabçı müslüman şahsiyetti.. Genç bir mühendis olan Mîr Huseyn Musevî, Cumhûrî-i İslamî gazetesinin Yayın Md.lüğü'nden Dışişleri Bakanlığı'na getirilmişti..
Beni Sadr ve Recaî, her ikisi ve tarafdarları da, birbirine o kadar zıd idiler ki, her ikisi de, karşı tarafa bağlı güçlerin cebhelerde bir başarı kazanmasını bile istemiyorlardı..
Beni Sadr ve çevresi, Recaî ve tarafdarlarının kazanacağı bir zaferin, İran'da ilerici güçlerin yenilgisi mânasına geleceğini söylerken; Recaî ve etrafındaki inkılabçı güçler de, Beni Sadr'ın eliyle kazanılacak bir zaferin, İslamcı güçlerin emperyalist güç odakları karşısındaki yenilgisini ortaya çıkaracağını açıkça ifade ediyorlardı..
Bu arada cebhelerden hergün yüzlerce ve hattâ bazen binlerce cenaze gelebiliyor ve onbinlerce de yaralı..
Öylesine çetin şartlar içinde asıl savaş, içerde verilmekte olan savaştı.. Başbakan ile Cumhurbaşkanı arasındaki derin ihtilaf sonunda temel bir rejim mes'elesi olarak tam bir 'çıkmaz'a saplanınca, sonunda, Beni Sadr cumhurbaşkanlığı'ndan azledildi, kadın kılığında çarşafa bürünerek İran'dan kaçtı ve hâlen Paris'te yaşıyor..
Benî Sadr'ın azlinden hemen sonra, Âyetullah Beheştî ve 25 kadarı m.vekili ve 15'i de Bakan ve Bakan Yard. olmak üzere 72 kişi, bir bombalı suikasd sonunda 28 Haziran 1981 günü katledildiler..
Başbakan Muhammed Ali Recaî, 2. Cumhurbaşkanlığı'na seçildi..
Ama, iki ay sonra Cumhurbaşkanı Recaî ve Başbakan Muhammed Cevad Bâhuner ve diğer yüksek rütbeli vazifelerdeki 15 kadar şahsiyet bir bombalı suikasdde katledildiler..
Bunun üzerine, bir câmide uğradığı bir bombalı suikasdden ağır yaralı olarak kurtulan ve haftalarca komada ve sağ kolu iş göremez şekilde sakat kalarak yeni şifa bulan Seyyid Ali Khameneî 3. Cumhurbaşkanlığı'na seçiliyor ve Başbakanlığa da Mîr Huseyn Mûsevî getiriliyordu..
3- Ancak kısa süre sonra, hattâ birbirleriyle yakın akrabalık bağı bulunan bu iki isim arasında yönetim anlayışından kaynaklanan ihtilaflar olduğu anlaşılacak ve bu ihtilaf giderek büyüyecekti.. Ancak, ortaya çıkan ihtilaflar, İmam Khomeynî'nin müdahalesiyle ve genellikle de Mûsevî'nin istediği şekilde hallediliyordu..
Ama, Seyyid Ali Khameneî'nin 1985 yılında ikinci bir 4 yıl için daha cumhurbaşkanlığına aday olması istendiğinde, Khameneî, 'aday olayım, ama, elim açık olmak şartiyle.. Bugüne kadarki durumun devam etmemesi şartiyle..' diyecekti..
Ve Khameneî, ikinci dönem için de cumhurbaşkanı seçildiğinde, İslamî Şûrâ Meclisi'ne Başbakan olarak Mûsevî'yi değil, başka isimleri öneriyor ve amma, önerilen bütün isimler Meclis tarafından geri çevriliyordu.. Bunun üzerine Khameneî, 'Beni istemediğim bir Başbakan'la çalışmaya mecbur edemezsiniz..' diyordu, haklı olarak.. Ancak, Meclis de, 'Siz de cumhurbaşkanı olarak bizi, kendisine güvenmediğimiz bir Hükûmet'le birlikte çalışmaya zorlayamazsınız..'', derken aynı şekilde haklıydı..
İran-Irak Savaşı bütün şiddetiyle devam ediyordu, ama, aradan üç ay geçtiği halde ülke hâlâ da hükûmetsizdi.. İmam Khomeynî ise, başta savaş olmak üzere, ülkenin içinde bulunduğu şartlarda Hükûmet değişikliğinin iyi olmayacağını hatırlatıyordu.. Tahran ve ülkenin diğer büyük şehirlerinin ana caddelerinin duvarlarında, 'İmam'ın hükmü gereğince Mûsevî Başbakan'dır ve İmam'ın hükmüne itaat, herkes için gereklidir..' gibi yazılar yazılmaktaydı.. Ama, Khameneî, geri adım atmıyor ve Mûsevî'nin başbakanlığını kabul etmiyordu..
Nihayet, 270 kişilik İslamî Şûrâ Meclisi'nden 137 numayende /m.vekili, İmam Khomeynî'ye bir mektub yazıp, durumu resmen müdahale etmesin istedi ve İmam da Mûsevî'nin Başbakanlık'ta kalmasını televizyondan da okunan bir hükmüyle açıkça belirti.. Bunun üzerine Khameneî hemen bir yazıyla Mûsevî'yi Başbakan olarak Meclis'e sundu ve ama, 'buna mecbur olduğunun, onun kendisinin değil, İmam'ın başbakanı olduğunu' da Meclis koridorlarında açıkça belirterek..
4- Bu gelişmeler içinde Refsencanî'nin de Mûsevî'yi desteklediği hep bilinir.. Refesencanî her ne kadar resmen sadece Meclis Başkanı idiyse de, gerçekte, Beheştî'nin şehid edilmesinden İmam'ın vefatına kadar İran İslam Cumhuriyeti'nin en yetkili fiilî yöneticisi durumunda idi ve savaşın son yıllarında. İmam Khomeynî, 'Savaş Komutanlığı'nı da Cumhurbaşkanı Khameneî'den alıp Refsencanî'ye vermişti.. Gerçi bu vazifeleri ve değişiklikleri Khameneî ve Refsencanî kendi aralarında anlayışla karşılayabiliyorlardı, ama, bu değişiklikler onların etrafındaki yardımcı yöneticilerin veya menfaat gruplarının gizli iktidar savaşını daha bir fitilliyordu..
Ayrıca, Khameneî ile Refsencanî arasında ortaya çıkan ve ferdî mülkiyete kamu yararı gerektirdiğinde dokunulup dokunulamıyacağına dair bir fıqhî tartışma çıktı.. Her ikisi de görüşlerini cuma namazı hutbelerinde haftalarca anlattılar..
Refsencanî, kamu yararı gerektirdiğinde ferdî mülkiyete dokunulabileceği ve sınırlamalar getirilebileceği görüşündeydi ve Khameneî ise, tam tersi kanaatteydi.. Hattâ, o kadar ki, şehirde yol açmak için bile ferdî mülkiyete dokunulamıyacağını, yolların ona göre yapılması gerektiğini ve İmam Khomeynî'nin görüşünün de bu yönde olduğunu söylüyordu..
Bu hutbeler televizyondan da bütün ülkeye canlı olarak yayınlanıyordu..
Bunun üzerine İmam Khomeynî, radyo-tv.lardan üç gün boyunca haber bültenlerinde tekrarlanarak okunan bir mesaj yayınlıyordu, Cumhurbaşkanı Khameneî'ye hitaben.. İmam, kendisinin öyle bir görüşünün olmadığını, görüşlerinin çarpıtıldığını belirtiyor ve 'kamu yararı gerektirdiğinde, hattâ mescidler bile yıkılabilir' diyor ve mesajında, 'esefle görüyorum ki sen bu işleri bilmiyormuşsun..' şeklinde de hitab ediyordu ağır bir uslûb ile..
Çoğu kimse için, artık Khameneî'nin işi bitmişti..
Ama, Khameneî, bir sonraki hutbesinde, 'Ben İmam eliyle terbiye edilmekten bir de şeref duyarım, o bizim rehberimizdir, üstadımızdır, babamızdır..' diyor ve mes'ele kapanıyordu..
Böylece Khameneî'nin dört yıllık ikinci dönem cumhurbaşkanlığı da dolmak üzereyken.. İmam vefat etti ve yerine kimin seçileceği üzerinde çok farklı görüşler ileri sürülürken, Refsencanî'nin müdahalesiyle, herhangi bir tartışmaya mahal verilmeden Khameneî, İnqılab Rehberliği'ne getirildi..
5- (Bu vesileyle belirtelim ki), İmam Khomeynî ile onun Vekili olan Âyetullah Huseyn Ali Muntezerî arasında meydana gelen derin ihtilaf ise, Muntezerî'nin azli ve İslam İnqılabı tarihi içinde, 2. isim olarak nitelenirken, o azille derhal buharlaştırılması ve daha pek çok acılarla sonuçlandı.. Ki, o hususlara, Muntezerî'nin vefatı münasebetiyle geçen yıl değinildiğinden tekrara gerek yok.. Sadece şu kadarını belirtelim ki, İmam o azilden 65 gün önce vefat etseydi, Muntezerî, önceden belirlendiği üzere, otomatik olarak İnqılab Rehberi olacaktı..
6- Âyetullah Muntezerî'nin 1997 yılı sonunda İnqılab Rehberi'ni eleştirmesi üzerine Rehber'in ona yönelik çok sert mukabelesi ve ayrıca Rehber ile Refsencanî ve daha sonra da Cumhurbaşkanı Muhammed Khâtemî arasında meydana gelen ihtilaf ve gerilimler de İnqılab'ın korunması adına, fazla derinleştirilmeden atlatıldı..
7- Ve nihayet Haziran-2009'da yapılan cumhurbaşkanlığı seçimi sonrasında, daha önceki hiçbir seçimde öyle bir yaygın iddia ve suçlama yapılmamışken, bir dönem için daha aday olan Mahmûd Ahmedînejad'ın sırtını Rehber Khameneî'ye dayandırdığı gibi bir güçlü görüntüyle, üstelik de seçimde aday olmayan Refsencanî'yi ağır şekilde yolsuzluklarla suçlamasıyla gerilen seçimler sonrasında, hile ve yolsuzluk yapıldığı iddialarıyla ortaya çıkan tablo ise, o zamana kadar yaşanan gerilimlerden daha da ağır idi..
İnqılab Rehberi hemen, seçim sonuçlarının açıklanmasıyla ortaya çıkan büyük karışıklıkları önlemek için, İslam Cumhuriyeti'nde yapılan seçimlerde asla yolsuzluk olamıyacağını beyan ediyordu..
Ama, bu sözler de toplumu yatıştırmaya yetmemişti.. Meydana gelen büyük karışıklıklarda onlarca insan ölmüştü, binlerce insan da halen tutuklu.. Ve asıl tehlikeli olan da, içeriye tıkılan bu kitlelerin çok büyük bir kısmının dünkü en hızlı inkılabçılar veya onların çocuklarından oluşmasıydı.. Yani, inkılab rejimi, artık kendi ayağına kurşun sıkıyor duruma gelmişti.. O karışıklıklarda Tahran- Kehrizek Tutukevi'ne konulan binlerce insan arasında meydana gelen ölümlerin failleri olarak gösterilenlerden tutukevi doktorunun intihar ettiği açıklandı. Yapılan gizli yargılamalarda da gerçi iki kişinin idâma mahkûm edildiği açıklandı, ama, o resmî sorumluların kimliklerinin açıklanmaması ayrı bir problem oluşturdu..
Bazı kişiler serbest bırakıldıysa bile, kitle halindeki tutukluların durumu hâlâ da devam ediyor. Tutuklananların serbest bırakılması yönündeki taleblerin yerine getirilmemesi de rahatsızlığı arttırıyor.. Geçenlerde bir âyetullah, (tabnak.ir) isimli ciddî bir internet sitesinde Rehber'in bu buhran karşısındaki davranışını çok hikmetli bulduğunu, çünkü seçimin yenilenmesine karar verseydi, yeni bir muhalefet tarafından kazanılıp, rejimin bile gidebileceğini söylüyordu.
*Hukuki suçlama olmadığı halde, ölüm tehdidleri ve ağır suçlamalar nasıl yapılabilir?
Mûsevî, Kerrub ve Khatemî aleyhinde hiçbir hukukî suçlama ve yargılama yapılmadığı halde, Cumhurbaşkanı'na yakın ve hattâ Genel Yayın Müdürü'nü doğrudan İnqılab Rehberi'nin tayin ettiği gazetelerde iki yıldır en ağır suçlamalar yapılıyor ve bu liderler, Resul-i Ekrem (S)'in seçkin sahabelerinden olup, daha sonra Hz. Ali'nin Hılafeti zamanında ona karşı isyan edip, Cemel Vak'ası'nı düzenlemiş ve o savaşta öldürülmüş olan Talha ve Zubeyr'e benzetiliyorlar.. Ve açıkça, aleyhlerinde ölüm feryadları yükseltiliyor.. Dahası, Refsencanî'ye de sosyal baskı uygulanmaya çalışılarak, İnqılab Rehberi'nin yanında açıkça yer almaması halinde onun da aynı şekilde suçlanacağı belirtiliyor.. Yani, bunların da geçmiş hizmetlerinin onları öldürülmekten kurtaramıyacağının dolaylı bildirimi..
O ise, seçim sonrasındaki cuma hutbesinde yaptığı taleblerin yerine getirilmesini, sorumluların açık yargılanmasını ve o karışıklıklarda tutuklanan binlerce kişinin serbest bırakılmasını tekrarlıyor.. Ve o seçimlerden bu yana, Refsencanî başta olmak üzere cuma imamlarından nice ulemâ namaz kıldırmıyorlar ve cuma namazlarına da katılmıyorlar.. Bu da, mevcud sisteme karşı dolaylı bir itiraz ve hattâ zımnî itaatsizlik işareti sayılıyor..
Çünkü, bu zamana kadar, inkılabçı güçler arasında meydana gelen her ihtilaf, inkılabın korunması adına, karşılıklı veya tek taraflı fedakârlık ve feragat tavırlarıyla atlatılabiliyordu.. Şimdi ise, adetâ kılıçlar çekilmiş ve neresinden inceyse oradan kopsun noktasına gelinmiş gibi bir manzara var ortada.. Ve, inkılabın korunması adına atılan her geri adımın, ülkeyi diktatörlüğe götürdüğü fikri bazı çevrelerde giderek ağır basıyor..
Arab diyarlarındaki son gelişmeler üzerine Mûsevî ve Kerrubî'nin Tunus ve Mısır'daki müslümanları desteklemek için yaptığı yürüyüş çağrıları işin tuzu-biberi oldu..
Açıktır ki, öyle bir gösteride dile getirilecek olan sloganlar dolaylı olarak İİC rejimine yönelik suçlamalara dönüşecekti..
Bunu Musevî ve Kerrubî de mutlaka biliyorlardır, ama, demek ki içerdeki durum, onlara göre dışarıya yansıyandan daha da ağır..
Nitekim, yapılan çağrılar kanunsuz ilan edildiği halde, 14 Şubat günü binlerce insanın sokağa döküldüğü anlaşılıyor.. Mûsevî ve Kerrubî, yayınladıkları bildirilerde çağrılarının kanunsuz olmadını, anayasadan kaynaklanan bir hakkı kullandıklarını, ve hattâ yürüyüş ve gösteri için, ianayasa gereği izin almaya gerek de olmadığını, ama sırf iyiniyetlerini göstermek için, İşişleri Bakanlığı’na yürüyüşü bildirdiklerini, niyet okuması yapılamıyacağını belirtmekteler..
Bu durumda buhranı önlemenin yolu, ne de olsa iki testiden birisi kırılacak demek değildir.. Her ikisi de kırılabilir ve emperyalist güçler asıl o zaman bayram ederler..
Böyle bir durumda, her itirazı, emperyalistlerin teşviki, tahriki ve tertibi olarak nitelemek aklın yolu olarak görülmese gerek..
Bugün gelinen nokta, acı bir noktadır ve kitleleri inançlarıyla karşı karşıya getirerek, 'Veli-yy-i Faqih'e bağlı olmamanın insanı Allah'ı inkara götüreceği' gibi itiqadî korkutmaların da yalama olup, çare olmaktan çıkması ihtimali vardır..
Bu hususta İnqılab Rehberi'nin itidalli davranabileceği umudunu halen koruyanlar varsa da, Rehber'in etrafında 25 yıla yakın zamandır oluşan kadroların sert mücadeleden yana gözükmeleri ve kitleleri İslam tarihindeki hadise ve faciaların içinde yer almış kimselere göre suçlamaları buhranı daha da derinleştirmektedir..
İslam tarihinden, evet, ibret alınmalıdır; ama İran'daki bazı çevreler adetâ İslam tarihindeki o acı hadiselerden ibret almak yerine, onları tekrarlamak ister gibi bir manzara sergiliyorlar..
Temel bir yanlış da budur!
Ve, İİC nizamını bugün tehdid eden en büyük tehlike, emperyalizmin tehdidleri değil, içerdeki inkılabçı saflar arasındaki bu kopmadır..
YAZIYA YORUM KAT