1. HABERLER

  2. YORUM ANALİZ

  3. İran'da her şey Sünnî İslâm’ın antitezi olarak üretiliyor...
İran'da her şey Sünnî İslâm’ın antitezi olarak üretiliyor...

İran'da her şey Sünnî İslâm’ın antitezi olarak üretiliyor...

Taha Kılınç, İran'da müesses nizamın toplumu Sünni karşıtlığı üzerinden örgütlemeye çalıştığını ifade ediyor.

07 Ekim 2023 Cumartesi 16:30A+A-

Taha Kılınç / Yeni Şafak

Sultâniye’den Alamut’a…

Geçtiğimiz pazar (1 Ekim), kuşluk vakti Tahran’dan çıkıp batıya doğru yöneldik. Şehrin daha güneş doğmadan başlayan ve sonraki birkaç saat boyunca devam eden kilit trafiğinden biraz olsun kurtulmayı amaçlamıştık, ancak yine de Kerac’a kadar yoğunluk sürdü. Hepimizin şikâyetçi olduğu İstanbul trafiği, Tahran’ınkiyle kıyas edildiğinde, bir Anadolu kasabasının telaşesi mesabesinde kalıyor. Gerçeğini varın siz düşünün.

Üç buçuk saatlik bir yolculuğun sonunda, Sultâniye uzaktan göründü. Burası, İlhanlıların çılgın hükümdarı Olcaytu’nun (1282-1316) başkentiydi ve onun inşa ettirdiği devasa kümbetle meşhurdu. Budist bir babayla Hristiyan bir annenin oğlu olan Olcaytu 1291’e kadar Budist, 1295’e kadar da Hristiyan olarak yaşamıştı. Sonrasında “Muhammed Hüdâbende” adını alarak Sünnî Müslümanlığa geçiş yapan hükümdar, 1310’da Şiîliğe yönelmiş, ömrünü de müfrit bir Şiî olarak tamamlamıştı. Iraklı meşhur Şiî din adamı Allâme Hillî’nin (1250-1325) tesiri altında kalan Olcaytu, Şia’nın On İki İmam’ına ait kabirleri Sultâniye’ye taşıtıp hepsini aynı kubbe altına gömdürmek gibi fikirleri de olan sıra dışı bir yöneticiydi. 1304’ten itibaren 12 yıl tahtta kalan Olcaytu, Kuzey İran havalisine Şiîliğin yayılması için olağanüstü gayret sarf etmişti.

1302-1312 arasında inşa ettirilen Sultâniye Kümbeti, 49 metre yüksekliğinde 200 tonluk dev bir kubbeyi taşıyor. Floransa Katedrali ve Ayasofya’dan sonra dünyanın üçüncü büyük briket kubbesi olan yapının türbe kısmına 1316’daki ölümünden sonra Olcaytu da defnedilmiş. Ancak kabri bugün mevcut değil. Kendisinin ölümüyle başlayan kaos ve karmaşa ortamında, mezarı da bilinmeyen bir yere taşınmış. Vaktiyle Tebrîz’le yarışacak kadar gelişen ve büyüyen Sultâniye, bugün küçük bir kasaba görünümünde.

Sultâniye’den sonra Kazvîn’e geçtik. Selçukluların imar ettiği bu güzel şehir, Şah Abbâs 1598’de devletin başkentini İsfahân’a nakledene kadar Safevî payitahtıydı. Semerkand tadı veren cuma camiinde namazlarımızı kıldık. Ancak bu ihtişamlı mekân, İran devlet aklının, ibadet hayatının merkezine türbeleri ve Hüseyniye adı verilen özel mabetleri yerleştirme siyasetinin doğrudan bir sonucu olarak, terk edilmiş haldeydi. Kazvîn’i Kadîm Tahran Kapısı’ndan terk ederek, kuzeye, Elbruz Dağları’na yöneldik. İstikametimiz, İslâm tarihinin en dehşetli terör örgütü Haşhâşîlerin vaktiyle yuvalandığı Alamut Kalesi’ydi.

Uzun ve zahmetli bir tırmanışın ardından, 2163 metre yükseklikte, ürkütücü bir kaya kütlesinin tepesine oturtulan Alamut’a vardığımızda hem coğrafyanın güzelliği hem de kalenin konumlandırıldığı mevkiin ulaşılmazlığı sebebiyle başım döndü. Aralarında Nizâmülmülk’ün de bulunduğu çok sayıda üst düzey isme suikast düzenleyen Şiî-İsmâilî Haşhâşîler, Hasan Sabbâh’ın (1050-1124) liderliğinde, İslâm dünyasının merkezinde gerçek bir baş belasına dönüşmüştü. Salahaddîn Eyyûbî’ye çadırında suikast girişiminde bile bulunan Haşhâşî zihniyet, İslâm coğrafyasında bugün farklı isimler altında ama aynı ideolojik çizgide varlığını sürdürüyor. 1256’da Alamut’u tamamen harabeye çeviren ve Haşhâşîleri kılıçtan geçirenlerin Moğollar olması ise, tarihin acayipliklerinden.

Yorucu ve yoğun tempolu dördüncü günün ardından Tahran’a ve İstanbul’a dönmek üzere havaalanına geçerken, İran’ın sosyal hayatına dair izlenimler zihnimde berraklaştı:

İslâm, tamamen “Fârisî” bir forma büründürülerek, yerel bir kültür görünümü kazanmış İran’da. Sünnî İslâm’ın antitezi olarak konumlanan Şiîlik, tarihî ve dinî olarak her şeyin alternatifini üretmiş. 1979’dan itibaren uygulanan birtakım yasaklar ve dinî baskılar ise, yolun sonunda seküler ve İslâm’dan gayet uzak genç kuşakların yetişmesi neticesini doğurmuş. İslâm coğrafyasının farklı noktalarında ideolojik ve mezhebî savaşlar finanse eden İran devleti, içeride kendi vatandaşını bakıma muhtaç halde bırakmış. Yaşanan ekonomik krizler “Batı’nın ambargosu” gerekçesine dayandırılsa da, halkın baktığı yerden görünen manzarada, bilhassa din adamı sınıfının başrolde olduğu derin bir yozlaşma var. Ancak bu kaotik manzaradan çıkış için “Batı menşeli” bir reçetenin işe yaramayacağını da görmek gerekiyor. Zira İran halkı, Batı’nın ikiyüzlülüklerinin ve geçmişte İran’a yaptıklarının gayet farkında. İçeride yaşanan bunca sıkıntıdan -en azından şimdilik- yeni bir “devrim”in çıkmamasının temelinde bu keskin güvensizlik yatıyor.

HABERE YORUM KAT

6 Yorum