İran netâmeli bir C. Başkanlığı seçiminin daha eşiğinde.. -2-
Pazartesi günkü yazımda, İran’da 16 Haziran günü yapılacak yeni C. Başkanlığı seçimine kısaca değinmiş ve konunun daha net anlaşılabilmesi açısından, -elbette kendi açımdan- bir değerlendirme yapmış ve o inkılab hareketinin merhalelerinden de söz etmiştim; tabiatiyle de 8 yıl süren ve her iki taraftan 1 milyondan fazla insanı yutan İran-Irak Savaşı’ndan da…
Ancak, anlaşılıyor ki, o savaşın sebepleri ve neticeleri hele de genç nesiller için bir meçhul…
Evet, neydi o savaşın görünür- görünmez saik ve sebepleri…
*
Görünürdeki sebep, Şah ile Saddam arasında imzalanan ve Irak rejimini çok güç duruma düşüren ‘1975-Cezayir Andlaşması’ idi. Ve İnkılab Hareketi’yle İran’ın önceki ‘tâgutî’ rejimi ve sosyal bünyesi, hemen bütün kurumlarıyla çöküp, hele de kendisini Cezayir Andlaşması’yla sımsıkı bağlayan Şah ve güçlü ordusu yıkıldıktan sonra... Saddam’ın eline bir fırsat geçmişti. Nitekim 22 Eylûl 1980 günü, Saddam, televizyon ekranları karşısında Cezayir Andlaşması’nı yırtarak, İran’a saldırı emrini veriyor ve o kanlı savaşı başlatıyordu.
Bu, görünür sebep idi.
*
Ama bir de net olarak ifade edilmeyen aslî sebepler, ‘saik’ler vardı.
Bu, emperial güçlerin kendilerini Müslüman coğrafyalarında bekleyen büyük İslâmî Uyanış’ı frenlemek planlarıydı.. Çünkü, o kadar güçlü olduğu sanılan Şahlık rejimi, üstelik de mezhebî farklılık yüzünden Müslüman coğrafyalardaki diğer halklarla çok sıkı irtibatı olmadığı için, ‘zayıf halka’ sayılan bir halkın ‘qıyâm’ıyla bile devrilmişken…
Müslüman halkların tepesinde çöreklenmiş diğer ‘tâgutî’ rejimler daha zayıf oldukları halde daha büyük bir tehlike altında kalmayacaklar mıydı?
*
O halde, bu inkılab hareketi, ya tamamen kırılmalı, yenilgiye uğratılmalı; ya da, İran coğrafyası ile sınırlı tutulmalı veya İslâm’ın ‘şia’ yorumuna mahsus bir hareket olarak kalması ve böylece, 1,5 milyarı bulan büyük sünnî kitlelerin yaşadığı Müslüman coğrafyalarındaki 50’yi aşkın ve emperial güçlerin belirlediği siyaset planlamalarının esiri olan rejimlerin de Şah’ın âkıbetine uğramaması sağlanmalı idi.
Çünkü, İnkılab’ın başında, milyonların hançeresinden yükselen ‘Allah’u Ekber’ sadâlarıyla bütün dünyaya yayılan ‘Lâ Şiîyye , lâ Sunnîyye!. Vahdet-i İslâmiyye.. / Şiîlik- Sünnîlik yok! Sadece İslâm Birliği!’ şiarları bütün Müslüman toplumları derinden sarsıyordu.
İşte o sırada, emperial güçlerin emel ve hedefine Saddam yetişmişti. Ama Saddam’ın 8 yıl süren ‘yıldırım savaşı’, İran’ın bilinen askerî eğitim ve taktiklerinden habersiz, ateşin içinde yetişen gönüllü yüzbinlerin ‘yıpratma savaşı’ yöntemiyle etkisiz hale getirilmiş; Saddam’ın ve rejimimin nefesi kesilmişti.
O sırada, ‘savaşı durdurmakta, hangimiz daha etkiliyiz’ diye bir gösteri yapabilmek için, 1500 km. menzilli Rus ve Amerikan füzeleri başkent Tahran dahil, orta ve batı İran’daki bütün şehirleri aylarca dövüyordu.
Ve, İran, BM. Güvenlik Konseyi’nin ‘uluslararası irade’ diye dayattığı, 598 sayılı ‘Ateş-Kes Kararnamesi’ni, İnkılab Rehberi İmam Khomeynî , ‘zehir kadehini başıma dikiyorum..’ diyerek kabul ettiğini açıklıyordu.
Evet, iki ülkeyi de virân eden o korkunç o savaş bitmişti.. Ama, İran kendi içinde yeni savaşlara; Saddam da, bölgedeki yeni savaş denemelerinden medet ummaya yönelecekti.
*
Saddam, savaşla İran’dan elde edemediği gücü, Kuveyt’i işgal ederek ele geçirmeye çalışırken; Amerikan emperyalizmi onu, kendisinden izinsiz olarak bir hizmetçisine zarar verdiği için, bütün bölgeyi ateşe verecekti.
İran’da ise, 500 yıldır mezhebî bir yaklaşıma sımsıkı bağlanarak kendisini İslâm Milleti’nin ana gövdesinden ayrı tutan ve sadece kendi İslâmî anlayışını ‘tek sahih İslâm’ zannedip, 40 yıl öncelerdeki, ‘Lâ Şiîyye- Lâ Sunniyye.. Vahdet-i İslâmiyye..’ diye yükselen kutlu mesajlar unutulup gidecekti.
*
İran toplumu, İnkılab’dan sonra, ‘Velâyet-i Faqih’ yani, İslâm konusunda feqahat sahibi’ bir İslâm âlimin velâyeti altında yönetilebileceği’ anlayışı demek olan bir sistemle idare edilmeye çalışılıyor. Evet, bir C. Başkanı seçiliyor, ama, o Cumhurbaşkanı, Veli’yy-i Faqih diye anılan zat’ın velâyeti altında bir Vezir, bir Bakan konumunda.. Onun ‘olur’u olmadıkça, hiçbir karar alamaz..
Onun içindir ki, hele de Refsencânî’nin C. Başkanlığı’nı tamamlamasından sonra, Muhammed Hatemî, Mahmûd Ahmedînejad ve Hasan Ruhanî’nin hem seçiliş dönemleri ve hem de zâhiren iktidarda oldukları yıllar hep netâmeli, bazan büyük sosyal patlamalarla geçti. Ki, 12 sene önce yapılan seçimde hile olduğunu ileri süren, savaş yıllarında 9 sene başbakanlık yapan Mîr Huseyn Mûsevî 12 yıldır, yargılanmaksızın, devletin özel bir mekânında tutuluyor.
Önümüzdeki hafta yapılacak olan Cumhurbaşkanlığı seçiminde de, halkın oy verebileceği düşünülen isimlerin hepsi veto edildiği için, neler yaşanacağı meçhul.. Veto edilen ünlü isimler halkı seçimlere katılmamaya çağırıyorlar. Mevcud adaylardan, İnkılab Muhafızları Ordusu’nun savaş yıllarındaki başkomutanı Muhsin Rızaî’nin, tv.de yayınlanan seçim propagandasında, ‘sunnîlerin kabiliyetlerinden istifade edeceği’ gibi bir vaadde bulunması ise, çok acı bir itiraf.. O inkılab hareketinin yeniden, 40 yıl öncelerdeki fabrika ayarlarına dönmesi ihtimali ise.. (?)
YAZIYA YORUM KAT