İran ile ABD'nin savaş tiyatrosu
Ahmed Mahmud Ucac, ABD ile İran arasındaki karşılıklı tehditlerin bir aldatmacadan ibaret olduğunu vurguluyor.
Ahmed Mahmud Ucac / Şarkul Avsat
İran ve ABD: Sahte caydırıcılık ve bölgenin geleceği
ABD Suriye ve Irak'ta İran mevzilerini ve milislerini bombaladığında bir sürpriz ile karşılaştık; uzun menzilli bombardıman uçaklarının kullanılmasına rağmen DEAŞ’a karşı gördüklerimiz kadar etkili Amerikan hava saldırıları görmedik. Bu eşitsizliği anlamak zor değil ve ortalama bir gözlemci bunu "kandırma" kategorisine dahil edebilir.
ABD'nin caydırıcılık söylemleri ile Tahran'dan gelen "Büyük Şeytan"la mücadele söylemleri artık içi boş ve inandırıcılıktan uzak hale geldi. Çünkü caydırıcılık kavramı caydırıcı değil ve Şeytan ile mücadele büyük bir yalana dönüştü.
İslam Devrimi'nin başlangıcından bu yana, Kudüs'ün özgürleştirilmesi bayrağı altında zarar görenler ise bölge halkları ve özellikle de Filistin halkı oldu. Filistinliler ne başlarının üzerinden geçerek önemli bir noktayı yok eden bir İran füzesi ne de Filistin topraklarında bir İranlının öldüğünü görmediler.
Bunun nedeni, ABD ile İran arasında devam eden savaşın birçok açıdan Soğuk Savaş döneminde Moskova ile Washington arasındaki savaşlara benzemesidir. O dönemde solcu, komünist ve milliyetçi hareketlerin çoğu Moskova'dan yönetiliyordu; tıpkı direniş, Şii ve milis hareketlerinin şimdi İran'dan yönetilmesi gibi.
Aralarındaki fark, ABD'nin, o zaman arkasında Varşova Paktı'nın olduğu nükleer bir süper güç ile karşı karşıyayken, şu anda dağınık milis gruplar ve düşük kaliteli silahlarla karşı karşıya olması. Diğer bir fark da, Washington ile Moskova arasındaki herhangi bir çatışmanın insan ırkının yok edilmesi ile sonuçlanabilecek iken, İran ile herhangi bir çatışmada böyle bir şeyin olmayacak olması.
Peki, ABD’nin bu tereddüdünün, İran'ın böyle cesur gibi davranmasının nedeni nedir?
ABD'nin tereddüdü Amerikan çıkarlarının doğasından, uluslararası yapıdaki değişikliklerden ve önceliklerin düzenlenmesinden kaynaklanıyor.
Çıkarlar kaçınılmaz olarak uluslararası yapıdan büyük ölçüde etkilenir, çünkü ABD artık tek kutup değil, Çin’in yanı sıra Hindistan, Brezilya gibi bölgesel ülkeler ve ekonomik bloklar gibi rakiplerle, ABD'nin kurduğu ve dünyadaki hegemonyasına hizmet eden uluslararası sistemi reforme etme çağrıları ile yüzleşiyor.
Aynı zamanda, yakın tarihte ABD'yi iki dünya savaşına sürükleyen Avrupa'nın yapısını tehdit eden bir Rus dini milliyetçiliğinin dirilişiyle de karşı karşıya bulunuyor.
Bu nedenle uluslararası yapıya liderlik etme konumunu korumak için yeni rakipleri ortadan kaldırmak zorunda, bu da onu öncelikleri en azından en önemli olan kuralına göre yeniden düzenlemeye zorluyor.
Öncelikler listesinin başında kaçınılmaz olarak Çin geliyor. Bu nedenle Obama yönetimi Çin'i kuşatmak için doğuya yönelme yoluna gitti. Yine bu nedenle, dikkatini dağıtmaması için Amerikan çıkarlarına zarar vermemek kaydıyla, İran'ın çıkarlarını garanti altına alan kırmızı çizgiler üzerinden İran ile bir anlaşmaya vardı.
Obama, İran'ın tarafını tutmasına gerekçe olarak, Sünni ülkelerin radikal örgütleri üzerinde hiçbir otoritesinin bulunmamasına karşılık, Tahran’ın bölgedeki silahlı dini örgütlerini kontrol ettiğini, dolayısıyla İran ile anlaşarak Çin’e odaklanabileceğini öne sürmüştü.
Bu çarpık mantık, ABD'nin müttefiklerini onun ciddiyetini ve vaatlerini sorgulamaya itti. Silahlı milislerin Irak ordusuna entegrasyonuna, Yemen'de meşruiyetin yeniden sağlanamamasına, Suriye'de makul bir çözümün yok olmasına ve son olarak Lübnan devletinin neredeyse çökmesine yol açan da bu mantıktı.
Sonra Trump geldi ve Obama'nın politikasını nispeten tersine çevirdi; İran'a yaptırımlar uyguladı, esti ve gürledi. Ama sonra Filistin meselesini görmezden geldi, Kudüs'ü İsrail'in başkenti olarak tanıdı, Filistinlilerin haklarını unuttu. Bu davranışları İran'ın nükleer taahhütlerinden geri adım atmasına, milislerini daha fazla silahlandırmasına, Trump ile çatışmasına neden oldu. Aralarındaki çatışma yoğunlaşınca, Trump'ın söylediği gibi, Süleymani'nin öldürülmesinin ardından bunu dar bir kapsam ile sınırlama konusunda anlaştılar. Trump’tan sonra Biden geldi ve Obama'nın çizgisini takip ederek İran'a milyarlar verdi, müttefiklerine silah vermedi, Yemen'de kazanmalarını engelledi ve Husilere yönelik ambargoyu kaldırdı. Bunun üzerine Suudi Arabistan politikasını değiştirip Çin'e yaklaştı, ardından İran ile asgari düzeyde anlaşmaya vardı ve bu, Ortadoğu'nun yapısını değiştirdi; Çin, Rusya, İran gibi önemli oyuncular ile ABD'ye güvenmeyen, denge politikası uygulayan müttefikler ortaya çıktı.
Hamas'ın İsrail'e yönelik saldırısı ve Filistinlilere yönelik korkunç katliamdan sonra ABD, Ortadoğu'ya dönmek zorunda kaldı ve kendisini ne ikna edebilir ne de sonuç alabilir bir konumda buldu. Ne caydırıcılık politikası caydırıcı ne de müttefikleri onun ciddiyetine inanıyor. ABD'nin veya bölgenin çıkarlarından ziyade Biden’ın seçimlerdeki imajına hizmet eden son askeri saldırıların ardından, bu inançları daha da güçlendi. ABD, caydırıcılığın statükoyu olduğu gibi korumak anlamına geldiğine inanıyor ve İran'ın istediği de tam olarak bu; gerçek caydırıcılık ise güç kullanarak zorlama unsurunu içeriyor. Ancak Biden tüm açıklamalarında çatışmayı büyütmek istemediğini vurgulayarak statükoyu korumak istiyor.
İran, Amerikan cinini binlerce bıçak kesiğiyle bile olsa yorup, geri çekilmesini veya anlaşmayı kabul etmesini sağlayarak statükoyu değiştirmeyi amaçlıyor.
Biden yönetimi bu “caydırıcılık” anlayışını koruduğu müddetçe ve bölgede barışa yönelik tüm girişimleri, iki hedef doğrultusunda belirlenmedikçe başarıya ulaşamayacaktır.
Birinci hedef, Filistin halkının İsrail'in yanında yaşayacak egemen bir devlete sahip olma hakkının tanınması.
İkincisi, İran ile gerçek bir çatışmaya girerek Obama'nın çarpık mantığını ortadan kaldırmaya çalışmak. İran ile çatışmanın başlığı, milislerin yayılması ve müttefiklerin güvenliğini tehdit etmesi mantığını kabul etmemek olmalı. Bu iki konu, ABD'nin yeniden etkinliğini kazanması ve bölgeyi makul bir çözüme kavuşturması için vazgeçilmez bir başlangıçtır.
Ortadoğu bölgesi dünya için bir emniyet supabı olduğunu, kendisini ihmal etmenin dünyayı ateşe sürükleyeceğini kanıtladı. Bu nedenle herkesin istikrara katkıda bulunması gerekiyor. İstikrardan en büyük yararlanıcı ABD olduğu için de en büyük sorumluluk ona düşüyor.
ABD’nin bunun için ılımlı kampın ona olan güvenini yeniden tesis edecek bir kararlılık ve destek göstermesi, Filistin meselesine adil bir çözüm bulma fırsatını pekiştirmesi ve milislerin devlet aleyhine büyümesini durdurması gerekiyor.
Ulusal Güvenlik Danışmanı Jack Sullivan'ın ABD'nin İran içindeki hedefleri vurabileceği yönündeki açıklaması, caydırıcılık kavramı denkleminin statükoyu korumaktan düşmanı zorlamaya doğru dönüştüğünün ciddi bir göstergesi olabilir. Bu dönüşüm, eğer ABD kendisine bağlı kalırsa bölgenin çehresini değiştirecek, bağlı kalmazsa da kaderi bu bölgenin hareketli kumlarında kaybolan diğer büyük imparatorlukların kaderinden farklı olmayacak.
HABERE YORUM KAT