İran Devrimi Kendini Bitirmemeliydi…
Saim Tut, geçen günkü yazısında ‘Biz İran Devrimi olduğu günlerde çok sevinmiştik’ diyor ve ‘ama’ ile devam ediyordu.
Saim kardeşle 1988-89 yıllarında Yöneliş Yayınları’nda buluştuğumuzda ‘Nasıl bir Kur’an-Sünnet algısı ve hareket metodu’ konularını mütalaa ediyorduk. Bu tür müzakerelerimizde sosyal-siyasi test alanlarımızdan birisi de, devrim sonrası İran’da sevinçle izlemek istediğimiz ve beklediğimiz değişim-dönüşüm süreciydi.
Peki bugün 1979 İran İslam Devrimi’nin ‘üst değerleri’ne ihanet edildiğini ve ‘inkılap sürecinin, İran ulusçusu gulat Şiiler tarafından çalındığı’nı söyleme noktasına nereden geldik?
1978 ve 1979’da TRT televizyonunun siyah beyaz ekranına İran Devrimi öncesi kitlesel protestolarda kelimeyi tevhid şiarları, tesettürlü bacılarımızın kararlılığı yansıyordu. Bizim de devrimci sevgi ateşimiz alevleniyordu.
İlk ‘devrim belgeseli’ni Tünel’de Maocuların bir öğrenci kulübünde izlemiştik. Sonra ‘Düşünce Dergisi’ne gelip giden tanıklarla ve ODTÜ’de okuyan devrimin taşıyıcısı İranlı Müslim kardeşlerle kurulan diyaloglarda ilk bilgilerimizi edinmeyi başlamıştık. O süreçte Ercümend Özkan’ın yayınladığı devrim sürecini sünnetullah çerçevesinde anlatmaya çalışan broşür önemliydi.
12 Eylül olmuştu. Risk vardı. Ama dillerimizde İran Devrimi marşlarından çevrilmiş mısralar… İstanbul Konsolosluğu’ndan takibat riskine rağmen devrim sürecini Türkçeye taşıyan ‘İslam Çağrısı Dergisi’nin elde edilmesi… Akşamları Selahaddin Eş ağabeyin katkı sunduğu Tahran radyosunun Türkçe yayınını izleme telaşı…
Daha onlar Türkiye tevhidi uyanış sürecine kültür merkezleriyle, finanse edilmiş yayınlarla, eğitim-tebliğ heyetleriyle ulaşmadan, biz onlara ulaşmış ve süreci kavramaya çalışmıştık.
Bu süreçte mistik ve mezhepçi sosyal kümelerin içe kapanık suskunluğunu, romantik İslamcıların abartılı ve tahkikten mahrum övgüleri dürtüklüyordu.
Kur’an ve sahih sünnet ölçülerine yönelenler, bu sürece karşı itidalli bir duruşu hep korudular. Devrim’in ABD emperyalizmine, dünkü ve bugünkü tuğyana karşı doğrularına doğru; kişileri masumlaştırıcı, mehdici ve gayp bilicisi yanlışlarına yanlış diyebildiler.
Devrim Anayasası 1979 Aralığında devreye sokuldu. Anayasa’nın ‘İran’ın resmi dini İslâm’dır ve mezhebi de Caferi’dir. Bu madde hiçbir surette ve hiçbir zaman değiştirilemez.’ şeklindeki 12. maddesi oldukça canımızı sıkmıştı; lakin henüz halkın mezhepçilik konusunda yeteri kadar ıslah edilmemişliğine vermiştik. Zaten Devrim’in lideri seçilen ‘İmam Humeyni’ de İslami bir devletten ancak 20 yıllık bir tedric sürecinden sonra bahsedilebileceğini söylemişti.
Hamid Algar, Şahruh Ahavi gibi müelliflerden, ‘mezhepçi/gulat ulemaya’ rağmen ‘usulî ulema’nın devrime öncülük ettiğini öğrenmiştik. Zaten ilk yürüyüş saflarında ‘Lâ şiiyye lâ sünniyye vahde vahde islamiyye’ sloganları atılmıyor muydu? Anayasal olarak Humeyni’nin halefi olacak Ayetullah Muntezeri ‘vahdet namazları’nı başlatmamış mıydı?
Usuli çizgi iyi anlaşılsın diye Ali Şeriati’nin ‘Ali Şiası Safevi Şiası’ ve ilk Cuma namazlarının hatipleri Ayetullah Muntezeri ve Talagani’nin ‘İlk Hutbeler’ kitaplarını yayınlamıştık.
Ama ‘İmam’ın SSCB lideri Gorbaçov’a yolladığı mektupta, davetini vahyi ölçülerle değil de îşârî felsefe anlatılarıyla yapması; Şeriati’nin gündemleştirdiği daru’l takrib (mezheplerin birbirine yakınlaştırılması) konusunun ciddi olarak ele alınmaması; tanıdıklarımızın siyasi biatlerinin giderek mezhebi biatlere dönüştürülmesi gibi konular, saflarımızda ciddi rahatsızlıklara ve sorgulamalara neden oldu.
En önemlisi ise ‘İmam’a halef olan Muntezeri’nin gidişata eleştiri sunduğu için göz hapsine alınması; 1982 Hama katliamına karşı çıkan Mehdi Haşimi’nin sonradan idamı; Humeyni’nin geriye bıraktığı vasiyetinde mezhepçiliği tavsiye etmesiydi.
Dolayısıyla coğrafyamızdaki vahdet imkânını çatırdatan, sadece bugünkü İran yönetimin asabiyesi değildir; Devrim’in önderi kabul edilen Humeyni’den üreyen eklektisizm daha trajiktir.
YAZIYA YORUM KAT