Irak kime ıraktır?
15 Nisan Cuma günü Cumhurbaşkanı Erdoğan İstanbul’da Dolmabahçe Sarayında Irak Kürt Bölgesel Yönetimi Başbakanı Mesrur Barzani ile görüştü. Görüşmeye ilişkin “Kürdistan Bölgesi ile Türkiye arasındaki işbirliğinin ilerletilmesi ve ilişkilerin geliştirilmesi ile Irak ve bölgedeki son gelişmelerin ele alındığı” resmi açıklamalara ilaveten ayrıca, sosyal medyada protokol ve oturma düzenine dair magazin ve polemikler dışında sadra şifa bir haber, yorum veya analize denk gelmedim.
Mesut Barzani ve Celal Talabani’nin Türkiye’nin kendilerine sağladığı diplomatik pasaport ile gerçekleştirdikleri ziyaretlerden günümüze kadar, özellikle de AK Parti hükümetleri döneminde IKBY temsilcileri ile gerçekleştirilen görüşmeleri “karşılama, protokol ve oturma düzeni” dâhil tüm detaylarıyla gözlemlemeye çalışırım. Size aşırı ve abartılı bir yaklaşım gibi gelebilir, ancak, Türkiye’nin IKBY yetkilileriyle kurduğu ilişki biçimi üzerinden Türkiye’nin devlet aklına, bölge politikasına, Kürtlere dair ajandasına ve bu minvaldeki pek çok hususa ilişkin bazı ipuçları elde etmek mümkün. Türkiye’nin genel anlamda Irak Kürdistan Bölgesi yetkilileri, özel olarak da o bölgeyi siyasi, ekonomik ve yönetimsel anlamda domine eden KDP yetkilileri ile muhatap olma biçimi bu boyutuyla turnusol işlevi görüyor. Bu çerçevede yaptığım bazı tahlil ve analizleri sizlerle de paylaşmak istiyorum.
1.) Türkiye sahip olduğu tüm avantajlara rağmen Kürdistan Bölge Hükümetiyle sağlıklı bir ilişki kurma becerisi gösteremiyor. Ulus devlet mantığını aşamayan bakış ve yaklaşım biçimi bunun önündeki en büyük engel olarak ilişkilerin belli bir zeminde zikzak çizerek, sürekli patinaj yapan bir kısırdöngüye sebep oluyor.
Resmi açıklamalarda “karşılıklı işbirliğinin ilerletilmesi ve bölgedeki son gelişmelerin ele alındığı” ifade edilmiş olsa da istisnasız bu görüşmelerin tümünde, bölgedeki PKK varlığına karşı işbirliği imkânlarının Türkiye’nin ajandasının birinci maddesinde yer aldığını hepimiz biliyoruz. Esasında son kırk yılda terör belasına maddi ve manevi olarak büyük bedeller ödemiş bir ülkenin işin bu boyutunda aşırı hassasiyet göstermesi anlaşılır da bir durumdur. Bunda yadırganacak bir husus yok. Yadırgatıcı olan husus; ilişkilerin bu zeminde takılı kalmış olmasıdır.
Bundan yüz yıl öncesine kadar, sadece bahse konu Kürt Bölgesini değil, Irak’ın tümünü yöneten bir imparatorluğun bakiyesi ve varislerinin ayaklarına ve zihinlerine ulus devlet ve milliyetçilik prangaları dolanmaktadır. Rusya’nın veya İngiltere’nin bugün uluslararası ilişkilerdeki etkinlikleri hiç şüphesiz imparatorluk müktesebatı ve tecrübesine sahip olmalarından kaynaklanmaktadır. Sözünü ettiğimiz bu iki ülkenin gösterdiği reflekslerin sömürgeci bir motivasyondan kaynaklandığı iddia edilebilir ve bu doğrudur. Ancak, İslam coğrafyasının nerdeyse tamamıyla etnik, dini veya Osmanlı bakiyesi ülkeler olmalarından kaynaklı kopmaz kardeşlik bağları olan bir ülkenin etnik temelli bir yaklaşımı merkeze alarak ufkunun misak-ı milli ile sınırlandırılmış olmasının makul bir izahı yoktur.
2.) Bu bölgeyle tarihi, kültürel, sosyal veya siyasi anlamda hiçbir bağı olmadığı halde binlerce kilometre öteden gelip bölgedeki irili ufaklı güç odaklarının etnik, dini veya mezhebi gerçekliklerini merkeze alarak ittifak zemini arayan ülkelerin siyasetleri en basit tanımla rasyoneldir. Türkiye’nin Balkanlar, Asya, Doğu Akdeniz veya Ortadoğu’da yeniden tesis etmeye çalıştığı işbirliği imkânlarının sözgelimi Batılı ülkeler nezdinde Osmanlıyı çağrıştırması anlaşılır bir durumdur ancak içimizdeki batıcılar tarafından aynı şekilde Neo-Osmanlıcı veya Ümmetçi yaklaşım diye eleştiriye tabi tutulması ancak ve sadece kendine yabancılaşmayla izah edilebilir. Bosna’da, Üsküp’te, Şam’da, Halep’te, Kerkük’te, Kahire’de başı sıkışanın ikinci vatanları olarak Anadolu’nun yolunu tutmasının bu kesimler tarafından bir türlü anlaşılmaması işte bu kendine yabancılaşma sebebiyledir.
Bu kesimlere göre Türkiye’nin örneğin NATO veya Batı ittifakının bir parçası olarak onların bölgedeki politikalarının sürdürücüsü olmasında hiçbir beis yoktur, fakat kendi politikasını merkeze alan bir anlayışla hareket etmesi tehlikeli ve yanlıştır.
3.) Türkiye devlet aklının Kürtlerle kurduğu ilişki biçimi; dönemsel ihtiyaçlara göre şekil değiştiren, derinlikten uzak bir mecrada ve kendi doğal seyrine terk edilmiş, belirsizliklerle dolu bir yol izlemektedir.
Halihazırda mevcut sosyal ve siyasal tablo içerisinde “Kürtler” dendiğinde elbette efradı cami bir kitle söz konusu değil. Türkiye içerisindeki Kürtlerin bile kendi aralarında büyük bir çeşitlilik arz ettiğini, farklı beklenti ve taleplere sahip olduklarını, dolayısıyla, Suriye, Irak ve İran’daki Kürtlerin de farklı sosyal ve siyasal gerçekliklere sahip olduğu izahtan varestedir.
Madalyonun diğer tarafında ise devletin Kürt siyasetinin “terör, bölünme, beka” gibi prizmalardan süzdürüldükten sonra biçimlendirilmesi büyük bir sığlığa ve tıkanıklığa sebep olmaktadır. Bu noktada işin belki de en ironik tarafı bu yaklaşım biçimi tersinden işleyen bir mekanizma gibi “öteki” lik algısını çift taraflı bir şekilde pekiştirerek sorunu sürekli ve kalıcı hale getirmektedir.
Önemine binaen başta ifade ettiğim bir hususu burada tekrar etmek istiyorum: Bu sakatlığın ve kısır döngünün temel sebebi ulus devlet anlayışıdır. ‘Ulus devlet’ olgusu Ortaçağ tecrübesi yaşamış, öncesi itibariyle paramparça bir görünüm arzeden ve özellikle de birinci dünya savaşından sonra imparatorlukların dağılması süreci itibariyle Batı toplumlarının sosyolojik gerçeklikleriyle belki de uyumlu bir formüldü ama bu gömlek bu coğrafyanın bedenine hiçbir zaman uymadı. Bunun en büyük ispatı; Osmanlı mirası üzerinde inşa edilen ulus devletlerin aradan yüz yılı aşkın bir zaman geçtiği halde huzur ve esenliğe bir türlü kavuşamamış olmalarıdır. Ulus devlet doğası gereği “vatandaşlık” kavramı dışında hiçbir aidiyet ve kimlik tanımadığı için bu kavramın dışında kalan bütün aidiyetleri ve kimlikleri sindirerek yok etme yoluna gitti. Bu baskıyı sürdürecek gücü kalmadığı anda ise kendisi dağılıp gitti. Yanı başımızdaki Suriye ve Irak’ın hali ortada. Kısa süreliğine, sopa zoruyla ve diktatörlük marifetiyle müstakil birer “devlete” dönüştürülen bu coğrafyalar esen ilk rüzgarla birlikte darmadağın oldular. Dahası, bundan sonra da bu coğrafyalarda kur(d)urulan devletlerde yaşayan insanların yeniden sulh ve esenlik içerisinde bir arada yaşamaları mümkün görünmüyor.
Konumuza yeniden dönecek olursak; Türkiye ile Irak Kürt Federe Bölgesi ilişkilerinin mahiyeti Türkiye’nin bölgede hangi vasıfta bir aktör olacağını belirleyecek düzeyde imkânlar barındırıyor. Tarih tekerrürden ibarettir. Bölge gerek bölgesel gerekse de küresel aktörler arasında yeniden ve yoğun bir egemenlik ve mücadele alanına sahne olurken Kürtleri yok sayan ya da küçümseyen yaklaşım tarzlarının her açıdan barındırdığı anlamsızlık ve yanlışlar daha fazla görmezden gelinmemelidir.
YAZIYA YORUM KAT