İnsanlığın organize halleri
‘Gelişmiş’ insanlık âlemine pazarlanmak üzere kaçırılan şempanzeler hemen her zaman henüz birkaç aylıktır. Aile düzenine, aile kültürünün ritüeline alışmadan, onun parçası olmadan, tümüyle başkalarına muhtaç haldeyken kaçırılıp satılırlar. Böylece çelişki yaşamadan yeni bir ‘aileye’ girme, oradaki kültüre uyum sağlama şansı yaratılır. Aksi halde şempanzelerin insanlarla birlikte sanki insanmış gibi yaşaması mümkün olmaz. Çünkü her canlı kendi ilkelliğine yapışır ve hayatta kalmak için gereken içgüdüsel sağduyuyu o ilkelliğin içinde sınar ve tescil eder. Zihinsel açıdan gelişmemiş canlılar zaten isteseniz de başkalaşamazlar. Bu açıdan epeyce ileri olan şempanzeler ise, söz konusu ilkelliğin içinde bir kültür de yaratır ve dolayısıyla başkalaşmaya direnirler. Bu nedenle çok erken yaşta ailelerinden ve doğal ortamlarından kopan şempanzeleri, onlar farkına bile varmadan başkalaştırabilir ve yozlaştırabilirsiniz.
Zihinsel açıdan bir üst evreyi ifade eden ‘insan’ ise başkalaşmaya direnmediği gibi, neredeyse bunu arzular. İnsan her ortama uyum sağlayabilen ve içgüdüsel sağduyusunu sürekli olarak yeniden ‘programlayan’ bir yaratık. Bunun sonucu olarak, kendi ilkelliğine mahkûm olmayan, kendisini kültürel olarak kurgulayan bir canlı. Bunun bir ‘gelişmişlik’ olduğunu söyleyebiliriz tabii ki... Ama aynı gelişmişlik, insanı çok edilgen bir konuma da sürükler. Basitçe ifade edersek soru şudur: Ya insanın içinde bulunduğu kültür, ona bir hayat tarzı olarak ilkelliği sunuyor, giderek onu ilkelliğe davet ediyorsa? İnsanın buna direnmesini beklemek pek gerçekçi değildir, çünkü bu canlının esas yeteneği ortama uyum sağlamasıdır. Diğer bir deyişle insan ‘kültür bağımlı’ bir varlık olduğu ölçüde, ona sunulan ‘medeniyete’ razı gelir ve sonuçta bazen yaşamakta olduğu ilkelliğe bile ‘medeniyet’ payesi verebilir. Bunun anlamı insanın yozlaşmaya direncinin olmaması, yozlaşmayı normalleştirmeye hazır olmasıdır.
Kültürün yozlaşması bize hep saf bir durumun bozulması olarak öğretilmiştir. Örneğin önceleri birçok saf ırk varken, zaman içinde bunların birçoğu bu niteliklerini kaybetmiş ama belirli bir tanesi o saflığı korumuştur. Bu durumda diğerleri yozlaşırken, o biricik ırk geleceğin yüksek medeniyetini kurmak üzere ‘haklı olarak’ öne çıkacaktır. Almanlar bir dönem buna inandılar... Milyonlarca insanın ölümüne neden oldular. Cumhuriyetin ilk yirmi yılında Türkiye’de de buna inanıldı. Aynı dönemde 23 tane Kürt isyanı oldu. Ama bu öğretinin devletleşmesi 1913’de gerçekleşmişti. Nitekim o tarihten sonra bu topraklarda da milyonlarca insan öldürüldü.
Bu sonuç şaşırtıcı değil... Kültürün yozlaşmasını saflığın bozulması olarak algılayan bakış zaten yozlaşmanın ta kendisiydi. Çünkü insan denen canlı, doğal olarak kendisini başkalaştırmaya eğilimli. Özgürlük ortamları verildiğinde, yani sağlıklı bir kültürün içinde yaşadığında insanlar bireyselleşme, kendilerini farklılaştırma dürtüsüyle hareket ediyorlar. Bu son derece doğal, çünkü zihinsel gelişme herkesin diğerlerinden farklı arzu ve görüşleri olmasına yol açıyor. Diğer bir deyişle zaten insanlar zihnen başkalaşıyorlar ve bir anlamda böylece ‘insan’ oluyorlar. Bu durum hiçbir gelişmiş ırkın saf kalamayacağını söylerken, aksine saflık iddiasında olan ırkların aslında ilkelliğin pençesinde kıvrandığını ortaya koyuyor.
Bu tür yozlaşmış kültürel ortamlarda yaşayan insanlar ise, farkına bile varmadan o kültüre uyum sağlıyorlar ve bireysel hayatlarında ilkelleşiyorlar. İnsan öldürmenin doğallaştığı, insan öldürme sayesinde ‘adam’ olunduğunun sanıldığı yoz bir iklimde yaşıyorlar. Meslekleri öldürmeyi ima edenler ise, bu ortamda kendiliğinden ‘adam’ oluyor ve bu üstünlüklerini her fırsatta sergilemekten hoşlanıyorlar. Öldürülen PKK’lıların cesetlerini parçalamak ve onlardan ‘hatıra’ almak gibi tutkular, ilkelliğin bir alt kültür olarak cisimleştiğini gösteriyor. Böylece kurumsal yozlaşma insanı ilkelleştirirken, söz konusu ilkel insanlar kurumsallaşarak yozlaşmayı bir ‘kültür’ payesine yükseltiyorlar.
Gündemde olan Heron skandalı, bu açıdan bakıldığında ‘doğal durumu’ yansıtıyor. Asker görünüşte PKK ile savaşıyor, ama aslında savaşıyormuş gibi yapıyor. ‘Sadece bir bölümü böyle’ demek istiyorsunuz, ama soruşturmanın nasıl hasıraltı edildiğini öğrendiğinizde duralıyorsunuz. Anlıyorsunuz ki, bu danışıklı dövüşü onaylamayan askerler var olsa bile, kurumun toplum karşısındaki prestijini korumak her türlü yozlaşmanın sindirilmesini ‘mantıklı’ kılıyor. Böylece giderek içten içe yozlaşan bir kurum olma riski taşınırken, o kurumu yozlaştırmanın bireysel maliyeti de ortadan kalkıyor ve yozlaştıranların hizipleşmesine ve bu yolda kariyer yapmalarına yol açılıyor.
Kültürel yozlaşmanın siyasi stratejisinin ilkellikten geçtiğini teyit etmek için ise Balyoz planını hatırlamak yeterli. Kendi uçağınızı düşürerek işe koyulacağınızı, sahte ‘irtica’ yürüyüşleri düzenleyip, kargaşa çıkartıp insan öldürerek devam edeceğinizi, bu arada bir dizi suikast sayesinde de toplumu sindireceğinizi planlıyorsunuz. Amacınız insanlığın düşebileceği en ilkel yollardan giderek, tüm halkı insanlığından çıkarmak, onları kafeslere tıkıp hastalandırmak... Ve bütün bunları yozlaşmış bir düzenin sürmesi için yapıyorsunuz... Çünkü yozlaşmayı ‘medeniyet’ sanmış, dahası topluma da uzunca bir süre kabul ettirmişsiniz.
Birçok kişi TSK’nın anketlerde niçin ‘en güvenilir kurum’ olduğunu anlayamaz... Bunun nedeni toplumdaki özgüven eksikliğidir. Bu toplumun insanları kendilerini yetişkin bir birey olarak göremiyor. Bebekken ailelerinden kopartılmış şempanzeler gibi, bize sunulan ‘kültüre’ çaresizce uyum sağlamaya çalışıyoruz. Uyum sağladıkça da ilkelleşiyor, yozlaşmanın parçası oluyoruz...
TARAF
YAZIYA YORUM KAT