İnsanlar geldi
Sanırım Max Frisch’in bir sözüydü, Avrupa’ya göç eden Türk işçileri için “biz işçi istedik, insanlar geldi” demişti.
Kâğıt üzerindeki “işçiler” sözcüğünün hayattaki karşılığı, çeşitli dertleri, sorunları, talepleri, uyumsuzlukları ve öfkeleriyle binlerce insandı.
Tek bir kelimenin içinden bunca büyük sorunun çıkmasına duydukları şaşkınlığı anlatıyordu o cümle.
Sanırım aynı şaşkınlığı Türkiye’de “devlet ricali” yaşıyor.
Millet ya da halk, birer sözcüktü kâğıt üstünde.
Yıllarca da birer “sözcük” olarak kaldılar.
Millet ya da halk, ete kana bürünemedi burada, zaten yasaktı canlanmaları, sorunlarını dile getirmeleri, taleplerde bulunmaları.
Ama o “sözcükler” yırtıldı ve içinden milyonlarca insan çıktı.
Ve, devlet insanlarla ne yapacağını bilmiyor.
Bunun için hiçbir hazırlığı yok.
O insanların “talepleri” devlet ricalini öfkelendiriyor çünkü “halkın” taleplerde bulunmasını büyük bir saygısızlık ve küstahlık olarak görüyor.
Osmanlı da öyle görürdü.
Tebadan birileri kendisinden talepte bulunduğunda Osmanlı, ordusunu gönderir, “talepte” bulunanın kellesini kestirirdi.
“Küstahlığın” cezası buydu.
Bizim cumhuriyet de aynı alışkanlığı benimsedi.
Talepte bulunanın ya canını aldı ya da hapse attı.
Bunu gören insanlar da “halk” sözcüğünün içine büzüşüp seslerini kestiler.
Ama “halk” bugün tek bir kelimenin içine sığmayacak kadar kalabalık, çeşitli ve zengin.
Herkesin devletten talepleri var.
Devlet yöneticilerinin ve kendilerine Ufuk Güldemir’in “alay etmek için” taktığı “beyaz Türk” lafını ciddiye alıp kendilerini öyle tarif eden “azınlığın” şaşkın ve öfkeli bakışları arasında isteklerini sıralıyorlar.
Doğrusu devlet epey direndi bu istekleri bastırmak için.
Kürtlerin haklı isteklerini dinlemeden, sırf böyle isteklerde bulundukları için onları Diyarbakır Cezaevi’nde cehenneme attı, sonra binlercesini dağlarda öldürdü.
Dindarların “başörtüsü” taleplerini saçma sapan yasaklarla engelleyip, kız çocuklarının eğitim hakkını yaktı.
Alevilerin “mezhebini” kabul etmedi.
Solcuları fikirlerini söyledikleri için hapishanelere doldurdu.
Ama artık bunları yapacak gücü yok.
Kürtler, silahlı ve dövüşken.
Dindarlar, kalabalık ve zengin.
Aleviler, kararlı ve dik.
Kendi halkından kopan devlet ise güçsüz.
Asker, yirmi beş yıl süren bir savaşta eskiyip prestijini kaybetmiş, yaptığı “şikeler” ortaya çıkmış, darbe planları medyaya yansımış, halkın güvenini yitirmiş.
Karargâhına dönüp yeniden askerliği öğrenmekten başka çaresi yok.
Eskiden orduyla işbirliği yapmış ve ordunun gücünü arkasına almış olan Yüksek Yargı, Mafya’yla ilişkisi yakalanmış Yargıtay başkanlarıyla, generallerden emir alıp meslekten attıkları savcılarla, çeşitli kumpaslarının internet sitelerine düşmesiyle “saygıdeğerliğini ve güvenilirliğini” tümden kaybetmiş.
Şov kokan “istifa”larla kendilerine yandaş arıyorlar ama halkın arasında bu aradıklarını bulamayacakları kesin.
Halk artık ortaya çıktı ve “eski devlet” bitti burada.
İnsanlık tarihi boyunca çok kârlı bir iş olan savaşların artık eskisi kadar kârlı olmadığı, barışın çok daha büyük kârlar sağladığı bir çağdayız.
Türkiye’de yaşayan insanlar da barışın savaştan daha kârlı olduğunu görüyor.
İmralı’da Apo’yla görüşülmesinin, başörtülü kızların okullara girmesinin, Alevi haklarının televizyonlarda tartışılmasının doğal karşılandığı bir dönemdeyiz.
Devletin “kutsal yasakları” kutsallığını kaybetti.
Bugün, halkla, sorunların çözümü arasında “devlet” bir barikat oluşturamıyor, şimdi “ikinci aşamayı” yaşıyoruz, halkın kendisi, “seksen yıllık” beyin yıkamasının sonucunda zihinlerinde oluşan tortuyu temizlemeye, eşitliği ve ortak özgürlüğü içine sindirmeye uğraşıyor.
Bu, sanıldığı kadar uzun zaman almayacak.
Zenginliğin ve mutluluğun, eşitlik ve özgürlüğe bağlı olduğunu hissediyor insanlar, biraz daha oyalanır sonra bir gecede başörtüsünü çözdüğümüz gibi diğer sorunları da çözeriz.
Barışın, savaştan ve çatışmadan daha kârlı olduğunu görmeye başladık çünkü.
TARAF
YAZIYA YORUM KAT