İnsani bir yüzleşmeye doğru
Obama’nın şapkasından çıkacak tavşanın rengine ilişkin bir sürprizle karşılaşmadık. Her konuda açık sözlü ve dengeli olmayı bilen ABD Başkanı, 1915’in bir soykırım olduğunu düşündüğünü, ama şu anda bunu vurgulamanın bir getirisinin olmadığını söylemiş oldu. Aslına bakarsanız sınırın açılmasının ima ettiği yeni dönem öylesine geniş olanaklara uzanabilir ki, belki kapalı kapılan ardında Ermenistan bile bu sözcüğün kullanılmasını pek de desteklemiyordu. Böylece ‘Ermeni meselesinde’ bir normalleşme adımı daha atılmış oldu. Çünkü artık herkes 1915’in ‘soykırım’ sözcüğünü hak etiğini ama bunun söylenmesinin zamana ve duruma kalmış olduğunu düşünüyor. Doğrusu geçmişteki inkâr siyaseti ile karşılaştırıldığında çok daha insani bir ilişki biçiminin oluşmasına önemli bir katkı bu...
Ermeni tarafının da ‘zamana ve duruma’ kalmış gözüken ‘samimi bakışın’ niçin hemen gerçekleşmediği konusunda daha ‘insani’ bir tavır alması beklenir. Tarihin kültürel ve kimliksel prizmalardan geçerek okunduğunun, tarihin hiçbir zaman geçmişle sınırlandırılacak bir konu olmadığının binciyle, karşısındaki topluma kendi üzerine düşünme fırsatını verebilmesi gerekir. Burada kritik adım, Ermenilerin 1915’i tanımlarken sadece olayın kendisine bakmayıp, Türkiye açısından ileriye uzanan anlamları ile birlikte ele alabilmeleri... Çünkü herkes biliyor ki 1915’in bir manevi ayak bağı haline gelmiş olmasının asıl nedeni yaşananlar değil. O dönemde yaşananların günün Osmanlı gazetelerinde ve dünya kamuoyunda nasıl algılandığını biliyoruz. Ortada gizli kapaklı bir durum yok... Ardından ortaya çıkan ve tefrika bile edilebilen hatırat örnekleri, Meclis’teki tartışmalar ve suçluları yargılayan mahkemeye sunulan itiraf ve deliller akılda pek soru işareti bırakmıyor.
Ancak asıl mesele bu değil... Eğer sorun bu noktada sınırlanabilseydi Türkiye şimdiye kadar çoktan 1915’in faillerini kamu vicdanında mahkûm etmiş olurdu. Asıl mesele 1915’deki planlı ve sistematik katliamı hayata geçiren kadronun önemli bir bölümünün cumhuriyet rejiminde siyasetçi, bürokrat veya ideolog olarak görev almasıdır. Bu durum hem ‘soykırım’ sözcüğünün kabulünü zorlaştırmakta, hem de aslında ondan daha önemli bir soruyu öne çıkarmakta: Acaba kimliğini devletten alan bir toplum, o devlete ahlaki bir mesafe alabilir mi? Bunun olabilmesi belirli bir özgüveni gerektiriyor. Yani toplumun rüştünü ispat etmesini, kimliği ile devletini birbirinden ayırabilmesini ve nesnel olmasını gerektiriyor.
Dolayısıyla asıl mesele Ermenilerin ve dünya kamuoyunun genelde sandığı üzere 1915’le yüzleşmek değil, özelde İttihatçılıkla, genelde ise cumhuriyet rejimi ile yüzleşmektir. Bu ise gerçekten de uygun bir ‘zaman ve durum’, ancak aynı anda söz konusu cesareti taşıyacak entelektüel bir enerjiyi gerektirmekte.
ABD Başkanı söz konusu süreci, hele sınırın açılması gündemdeyken, zora koşmadı. Geçmişin ‘rahatlamasının’ yeni bir gelecek yaratarak becerilebileceğini düşündü. Bunu yaparken ahlaki açıdan geri adım da atmadı ve yapay bir ‘orta yol’ söylemine düşmedi. Ancak Obama’nın duruşu tüm ABD hükümetini temsil etmiyor. Ulus-devletlerin ‘gerçekçi’ dünyasında muhtemel bir geleceğin potansiyellerinden ziyade, bugünün tehditleri geçerli... Nitekim bir süre önce Obama’nın Avrupa ve Avrasya’dan sorumlu dışişleri bakan yardımcığına aday gösterdiği Philip Gordon, soykırım kelimesinin kullanılmamasını Türkiye’deki milliyetçilik üzerinden savunmuştu. Diğer bir deyişle, eğer bu kelime resmen kullanılırsa Türkiye milliyetçiliğe kayabilirdi... Aynı mantığı ABD’nin bu alandaki önemli düşünce kuruluşlarının yayınladığı raporlarda da görmek mümkün...
Bu tespitin gerçeklik payı olmadığını söylemek zor olsa da iki farklı nüansla konuya bakmakta yarar var. Birincisi, eğer bu kaygıyla hareket edilecekse Türkiye’de devletin en akılcı karşı stratejisi milliyetçiliği sağlam tutmak olacaktır. Bunun ise kime ne hayrının dokunacağı büyük bir soru işareti... Kısacası Batılıların sıkça başvurdukları bu argüman, aslında dünya barışı ve istikrarı açısından ‘istenmeyen’ bir Türkiye’yi yeniden üretmekte. İkinci nüans ise bu taktiksel davranışın ardında gizli olan Batı oryantalizmiyle bağlantılı. ABD Dışişleri’ne de hâkim olduğunu düşündüğümüz bu yaklaşım bize şu mesajı veriyor: ‘Türkler olgun bir toplum değildir, ehlileşmeleri gerekir, eğer fazla üzerlerine giderseniz iyice yoldan çıkarlar, çevrelerine ve insanlığa zararlı bir unsur haline gelirler.’ Herhalde Türkiye’nin buna artık itiraz etme zamanı gelmiştir... Bazı konuları duymaya tahammül dahi gösteremeyen, karşısında her an tetikte durulacak bir toplum yok bu topraklarda... Ama sorun şu ki bu zımnen küçültücü yorum Türkiye devletinin de işine geliyor. Çünkü devlete hâkim olan zihniyet, toplumun İttihatçılıkla ve halen sürmekte olan rejimle yüzleşmesini istemiyor.
Bu ikircikli konumu cumhurbaşkanının sıkıntılı halinde izlemek mümkün... Obama’nın ziyareti sonrasında Gül 1915 konusunda çözümün tarih komisyonu kurmak olduğunu, çıkacak her sonuca razı olduklarını söyledi. Bu yaklaşımı eleştirmek kolay: 1915 zaten binlerce tarihçinin üzerinde çalıştığı bir konu ve ‘soykırım’ kelimesini kullananlar da onlar. Bu yargıya katılmayan birkaç kişinin niçin öyle bir tutum aldığı ise akademik çevrelerde gayet iyi biliniyor. Öyle ise Gül niçin böyle konuşuyor? Belki uzlaşması imkânsız bir tarih komisyonunun kurulmasını ve daha yüzyıllarca tartışılmasını hayal ediyor... Ama belki de bu konunun manevi yükünden sıyrılmış olduğunu, söz konusu yüzleşmeye bütün yönleriyle hazır olduğunu ama yüzleşilecek devletin de başkanı olarak daha fazlasını yapamayacağını söylemiş oluyor.
Kimbilir... Belki Gül’ün şapkasında ille de tam beyaz olmayan bir tavşan bulunmakta. Marifet bu tavşanın ille de hemen çıkması, hatta ille de farklı bir renkte olması değil. Marifet özgüvenli ve insani bir konuşmanın koşullarını oluşturmakta... Yüzleşmenin de bir zihniyeti var ve bizim ihtiyacımız ‘insani’ olandan, yani bugün yaşamakta olanlara dokunmaktan, onları anlamaktan geçiyor.
TARAF
YAZIYA YORUM KAT