İnsan'a itiqadî ve fiilî bakışımız arasındaki uçurum..
Suriye'deki kanlı tablonun nasıl bir sona varacağını kestirmek zor.. Bu çetin konuya -inşaallah- bir sonraki yazıda eğilmek üzere, önce diğer müslüman coğrafyalarına bakalım..
Mısır'daki gelişmeler de, henüz işin başında bulunulsa bile, hâl-i hazırdaki durum itibariyle, ümid verici; Tunus'da da olduğu gibi.. Elbette bir sıkıntılar varsa da..
Bu sıkıntıların bir anda gidivereceğini düşünmek de esasen safdillik olur.. Unutmayalım ki, İran'da, hem de emsaline arz rastlanır bir büyük halk hareketiyle, 1979 başında, 1,5 yıl süren ve yüzbini aşkın kurban verilerek bir İslam İnqılabı gerçekleştirildiğinde, İmam Rûhullah Khomeynî gibi karizmatik bir İslam âlimi hareketin başında olduğu halde, orada da, yeni rejim, ancak 5 senede nisbeten oturabilmişti.. Bu bakımdan, 'Mısır'da, Libya'da, Suriye'de neler neler oluyor, bakınız..' diye korkular salmak, 'diktatörlüklere, zulüm düzenlerine baş eğin..' demektir.
Bu açıdan müslüman coğrafyalarının hiç değilse bazı noktalarında cereyan eden hadiselere bir atf-ı nazar eylemeye çalışalım..
Belki oralardaki acıları tekrar hissedebiliriz..
*
Güneydoğu Asya'da Burma/ Birmanya veya Miyanmar gibi isimlerle anılan ülkenin kuzey batısında, Bengladeş sınırındaki Arakan bölgesinde, budistlerin yıllardır sürdürdükleri sindirme çabalarına rağmen direnen fukara müslüman halk, son olarak, bir tecavüz ve cinayet hadisesine bazı müslümanların adının karışması üzerine, daha bir dayanaksız kaldılar ve budist kitlelerce yapılan saldırılar üzerine onbinlerce müslüman, Bengladeş'e ve Hindistan'ın, -halkının büyük çapta müslümanlardan oluştuğu- Assam eyaletine doğru kaçmaya çalışırken, yaşanan faciaları düşünebiliyor muyuz?
Yani, dünyanın ilgisini çekmeyince, onların acısını hissetmiyorsak, onlara yardım eli uzatamıyorsak; İslam Milleti'nin bedeninde, bir takım temel ve ciddî rahatsızlıklar var demek değil midir?
*
Pakistan ve Afganistan da, bildiğiniz gibi..
Pakistan'da, mezheb farklılığı bahanesiyle yapılan bombalı saldırıların haramlığı konusunda, müslümanların önde gelenleri, toplumu bir türlü etkili şekilde ikaz edemiyorlar demek ki..
Afganistan'da da durum farklı sayılmaz.. Tâlibân güçlerince veya kendilerini Tâlibân'a nisbet etmekte fayda uman güçlerce, hergün geride onlarca ölü bırakan bir ya da birçok patlama..
Bu saldırılarda sadece NATO güçleri hedef alınsa, bu anlaşılabilir ve 'NATO güçleri de çekilsin oradan, ne işleri var, o ülkede?' denilebilir, ama, bu saldırılarda NATO askerlerinden ölen 1 askere karşılık, yerli halktan can verenler 9, yani onda dokuz nisbetinde.. Ve yerli halktan can verenlerin herbirisinin ardından, bütün tarafların iddiası, aynı: Şehîd..
Yani, Hâmid Karzaî rejiminin güçleri de, Tâlibân güçleri de, yerli müslüman halktan sıradan insanların her birisi de, bu patlamalar veya saldırılarda can verdiği zaman, hep 'şehîd' diye sahipleniliyorlar, yakınlarınca veya tarafdarlarınca.. Bir din ki, müntesibleri, Allah rızası adına diye birbirlerini öldürsünler ve bütün taraflar da kendi cenazelerine şehîd diye sahib çıksın..
Burada bir büyük açmazımız ortaya çıkmıyor mu?
*
Irak ise, her zaman olduğu gibi, 3 Temmuz günü de, sabahın erken saatlerinde, yeni güne, yine patlamalarda başladı ve ilk belirlemelere göre, bu patlamalarda can verenlerin sayısı, 40 kişi.. Onlarcası da ağır yaralı.. Ve kurbanların herbirisi, sivil kimseler ve silahlı olmayan sağlık elemanları gibi resmî kimseler..
İran'ın tam desteğini kendi yanına çekmiş gözüken Malikî, şu anda duruma yine de hâkim gözüküyor..
Nasıl bir hâkim olmak ve hükûmet etmek ise, bu..
Mâlikî, bütün rakiblerini terörist suçlamasıyla sindirip, Muqtedâ Sadr'ı ve Târıq el'Hâşimî'yi de etkisiz duruma getirmiş ve İyâd Allavî de, yerini büyük çapta ve fiilen, Nuceyfî'ye terk etmiş ve Irak Devlet Başkanlığı makamında oturmakta olan Celal Talebanî'yi bile kendi yanına çekmiş iken.. Yani, hemen bütün muhalif unsurları kenara itmiş iken, Mâlikî'nin hükûmet ettiği ülkede hâlâ da, hergün devam eden patlamaları durduramaması, onun hükûmet etmek gücü ve bütün patlamaları, safdışı ettiği, sindirdiği rakiblerine yıkmaktaki taktiğinin üzerine daha bir soru işareti konduruyor..
*
Yemen ve Bahreyn şimdilik hiç değilse sivillerin kitleler halinde hedef seçilip öldürüldüğü manzara görüntüsünden uzaklaşmış bulunuyor.. Kürdistan coğrafyasının bazı bölümlerinde de iç kanama devam ediyor..
Siyonist İsrail rejiminin işgali altındaki Filistin'de, şimdilerde kitlevî olmasa bile, sivil halktan bir-kaç kişinin vurulmasıyla veya suikasdlerle sürdürdüğü cinayet ve zulümler de hakezâ, berdevam..
*
Henüz halkın rey ve iradesiyle seçilen bir kadro işbaşına gelememiş olsa da; Libya içindeki karışıklıklar Gaddafî dönemindeki gibi olmasa bile, ufak çaplı ve giderek yatışan bir havada yatışma eğiliminde olduğunun işaretlerini veriyor..
Ama, Gaddafî'nin paralı askerlerini oluşturan savaşçı nitelikleriyle de bilinen Tuareg kabilesi militanlarının, modern, en gelişmiş silahlarıyla birlikte Libya'dan çıkmalarını takiben gittikleri Çad, Nijer ve Mali gibi sahra ülkelerinde, karşılarında aynı derecede silaha ve silah eğitimine sahib olmayan halk kitlelerini sindirmek için Ensâr-ud'dîn (din'in yardımcıları) gibi yaldızlı bir isim altında giriştiği kanlı baskınlar can almaya devam ediyor.. Bu kimselerin, o bölgelerde, kerpiçten yapılmasına rağmen, asırlardır ayakta duran ve halkın toplanma ve hattâ aydınlanma merkezi olarak telakki ettiği ve tabiatiyle, o yörelerin anlayışına da uygun olarak biraz da kutsadığı türbeleri, mescidleri, vehhabî- selefî anlayışına uygun olarak tahrib etmeleri ve yerli halkın yerleşik inanç alışkanlıklarıyla, tıpkı Vehhabî İsyanı'nın 100 yıl öncelerde, Hicaz'da halkın kutsal bildiği mekanlara karşı çok katı bir mücadeleye girmeleri, daha bir ayrı konu..
Hem haklı sayılabilecek, hem de zamanlamasının iyi yapılıp yapılmadığının tartışılması gereken bir ayrı konu.. Yani, öncelik, şimdi o konularda mıdır?
Vehhabîler, sahabe mezarlarına âdetâ tapınırcasına saygı gösteren anlayışa karşı mücadele verirken, haklı gibiydiler; ama, bütün o izleri, eserleri yok ederken, sonunda, kendileri de aynı şekilde yeni kutsallar üretmediler mi?
Bu anlayışa sahib olanlar, (bir süre önce Libya'dan gelen bir dostun anlattığına göre) Bingazi'de halkın itibar ettiği türbe veya ziyaretgâhlara karşı da savaş açmışlar ve bazı türbeleri dinamitle havaya uçurup, bu mekanların bir daha ziyaret mekanı yapılmaması için oralardan çıkan kemikleri de denize atmışlar.. (52 yıl öncelerde, 27 Mayıs darbecilerinin, vefatından 2-3 ay sonra Said Nursî'nin cesedini Urfa'daki mezarından çıkarıp belirsiz bir yere atmaları veya gömmeleri örneğinde olduğu gibi..) Buna karşılık, halk da, geride kalan diğer türbe ve sair ziyaret mekanlarını korumak için onlara karşı, silahlanıp nöbet tutmaya başlamış.. Buna karşı, kendilerini selefîyyun diye isimlendiren bu akımın mensubları da, o halka, 'Siz 40 küsur yıl boyunca, Gaddafî'ye karşı ne zaman elinize silah almıştınız ki, şimdi böylesine cesaret toplayıp karşımıza silahla çıkıyorsunuz?' diyorlarmış..
*
Sûdan'da, 23 yıllık General Ömer el'Beşîr rejimi, ülkesinin bölünmesini önleyemediği halde, içerde rahat gözükmekte.. Ve amma, artık ayrı bir devlet olarak ayrılıp tanınan ve halkı büyük çapta animist ve hristiyanlardan oluşan Güney Sûdan'la dünyaya pek yansımayan çetin bir savaşı da sessiz ve derinden sürdürmektedir. Bu savaşın her iki tarafına da, dünyanın her tarafından, ideolojik v emperyalist hesablara uygun olarak en modern silahlar verilmekte, silahlanmadaki gelişmeler yarıştırılmakta..
Nijerya'da, sosyal hayatın İslam şeriatine göre tanzim edilmesi gerektiği iddiasına öncelik veren Boko Haraam teşkilatının kendilerine karşı çıkan müslümanlara ve da, hristiyanların mâbedlerine karşı da giriştiği bombalı saldırılan devam ediyor..
Somali'de de denilen, Şeyh Şerif Ahmed liderliğindeki Şeriat Mahkemeleri isimli harekete karşı, kendilerini El'Qaide'nin Somali'deki temsilcisi olarak gösteren 'eş-Şebab' teşkilatının saldırıları da dinmek bilmiyor; bütün tarafları müslüman olmasına rağmen, bu ülkedeki iç savaş da en acımasız şekliyle sürüyor..
*
Biz müslümanlar ki, tevhîd inancına bağlılımızı izah ederken, bunun, başkalarının kulu-kölesi olmamak, insanlık izzet ve haysiyetimizi başkalarının zorbalığına, zulmüne fedâ etmemek için, olduğunu haklı olarak devamlı söylüyoruz.. Bunu söylerken de, sadece insan olarak sadece kendimiz için değil, bütün insanların insanlık hakkı ve haysiyetinin korunmasına da öncelik verdiğimizi düşünüyoruz..
Hayatı bütünüyle, ve hele de insan hayatını bu kadar aziz bilen bir müslüman insanın, 'eşref-i mahlûqât' olarak yaratıldığına inandığı insan'a ve insan hayatına daha bir saygılı olması ve insanın yaralanması veya ölümüyle sonuçlanan durumlardan dikkatle kaçınmasının ve ancak savunma sınırları içinde kalmak şartıyle bir mücadeleye, yaralama veya öldürmeye tevessül edebileceği ve etmesinin gerekliliği açıktır..
Ama, savunma için yapılabilecek mücadele ve savaşların meşruiyyeti, hukukûliği konusu, sahib olunan güce göre, güçlülerin yaptırım ve etkileme gücüne farklı şekilde ve çarpıtılarak yansıtılabildiği de ortadadır..
Halbuki, hangi ırk, renk, kavim, cinsten vs. veya hangi coğrafya ve hangi zaman diliminde dünyaya gelmiş olursa olsun, bütün insanlar hepsi de aynı Hâlîq'ın, Yaratan'ın kulu ve 'Benî Âdem (Ademoğlu)' olarak isimlendirilir ve insanlar arasında bağlısı oldukları, inanç veya taşıdıkları taqvâ ve fazîletleri dışında bir fark gözetmek, İslam açısından merduddur, reddedilmiştir..
İdealde olması gereken ölçülerimiz bu iken, realitedeki durumumuz da böyle midir? Ama, insan'a bu itiqadî anlayışımızla, fiilî yaklaşımımız arasında bir derin uçurum yok mu?
Birilerimiz hemen, müslüman olmayanların, emperyalist-şeytanî güçlerin, insana nasıl davrandıklarını hatırlamamız gerektiğini söyleyebilir..
Bize ne, müslüman olmayanların yaklaşımlarından?
Başka dinlerin veya ideolojilerin, insana ve bütünüyle dünyaya bakış açısını kendimize ma'zeret olarak göstermeye kalkışırsak, bu bizim temel ölçülerimize kesinlikle aykırıdır.. Mantıken de, sui misal misal olmaz../Kötü örnek, örnek olarak alınamaz..
Başka inanç sistemleri veya ideolojilerin insana bakış nasıl olursa olsun, müslümanın bakışı, ideal ölçülerine uygun olmak veya o dikkati yansıtmak dikkatini taşımak zorundadır..
Çünkü, can'ın, hayatın hürmeti asıldır ve onun izalesi, etkisiz hâle getirilmesi, öldürülmesi ancak savunmanın meşrû sayıldığı durumlarda ve o da, inancının sınırlarına riayet etmek şartiyle caiz görülür.. Ve müslüman kişi, hattâ, meşrû' müdafaa durumunda yaraladığı veya öldürdüğü düşmanına bile adâletle muamele etmek ve ona insan haysiyetine yakışmayan, canavarca hislerle işlenen yaralama ve öldürme fiillerinden, vahşî ve hunhar, acımasız tavırlardan kaçınmak, onun inancının gereğidir.
Bu açıdan baktığımızda, müslüman coğrafyalarında, hele de bütün taraflarının İslam adına diyerek diğer müslümanları ve insanları parça parça etmekten el çekmeyişleri ve bu cinayetleri, günlük vak'ay-ı âdiyyeden bilmeleri, önemsememeleri, ürpermemeleri karşısında müslüman insanlar olarak gerçekten dehşet duymalı değil miyiz?
Evet, durum bu iken, biz müslümanların durumu bu açıdan bakıldığında, kendi ölçülerimize uygunluk açısından nasıl bir tablo oluşturmaktadır?
En ideal ve en insanî olanı biz temsil ediyorsak, bizim inancımız telkın ediyorsa, o zaman, biz o ulvî inancımızla bu fiilî yaklaşımımız arasındaki uçurumu nasıl giderecebileceğimizi düşünmeli değil miyiz?
*
Bir 'güce tapınma ve zevkperestlik âyini': Futbol!
Aziz Yıldırım adını yıllardır hemen herbirimiz duymuşuzdur, hele de son bir yıldır.. 10 yıldan fazla bir zamandır, başkanlığını yürüttüğü spor kulübünün futbol takımını bir birkaç defa şampiyon yapmış biri kişi...
Ticarî şirketlerinin sadece TSK ve diğer resmî güç odaklarına değil, gayriresmî odaklara da silah temin etmekle büyük kazançlar sağladığı yıllardır iddia edilir-durur..
Kanunlar içinde ticaret yapıyorlar (ise)..
Kime ne?
Ama, bu arada kendisine o alanda rakib olabilecek birileri çıkarsa, onların derhal ilginç yöntemlerle safdışı edildiklerine dair iddialar da söylenir; hattâ mafiatik yöntemlerden bile bahsedilir.. Ama, bu gibi iddiaların üzerine gidilecek olsa, kimilerinin korkudan, kimilerinin '.t'e dalaşmaktansa, çalıyı dolaşmak..' tedbirliliğinden dolayı ortadan yokoldukları söylenir.. Kimilerinin de, 'yetişemedikleri üzüme, koruk..' diyen tilki tabiatlı olduklarından, çamur attıklarından sözedilir.
Bu kişi, geçen yıl, başında bulunduğu futbol kulübüne, şike yoluyla, maçları para gücüyle satın alarak, şampiyonluklar kazandırdığı iddiasıyla tutuklanınca, yankı ve gürültüsü ülke sınırları dışına, dünya kamuoyuna da taşan bir şekilde daha bir meşhur oldu..
Bir senedir süren yargılamalar sonunda, nihayet 2 Temmuz günü, mahkeme kararını verdi ve bu
kişinin şike suçunu birkaç kez işlediği kanaatine vardı ve hem bu suç için, hem de çete oluşturmak gibi suçmalarla, 6 sene 3 aylık bir hapis cezası takdir ederek, 1 yıllık tutukluluğunu da gözönünde bulundurup tahliye etti..
Elbette bu ceza, henüz kesinleşmiş değil, yani o kişi ve diğerleri henüz de suçsuz sayılır..
Çünkü, Temyiz'i var bu işin.
Bu karar, Temyiz'de de tasdik olunursa..
Ondan sonra da AİHM var..
Ama, uzuuun bir yargılamadan sonra ortaya çıkan bu mahkumiyet kararı bile, büyük çapta, sanık lehine, kesin hüküm olmadıkça suçsuzluk karinesinin kullanılmasına fiilen engel olacak bir durum teşkil etmektedir..
*
Geçen 1 yıl boyunca, bu kişinin ve o yargılama dosyasına dahil olan diğerlerinin mahkûm olmaması için mahkemeyi ve kamuoyunu etkileyecek yığınla atraksiyonlar yapıldı..
Yargılamalar sırasında görüldü ki, bu gibi sportif şampiyonlukların sadece bir gururlanma konusu olmadığı; daha başka 'duygusal tarafları' da içinde barındıran bir durumun sözkonusu olduğu ortaya çıktı.. Çünkü, nice maçlar öncesinde, yüzbinlerce dolar'ın elden ele geçtiği ayrı bir konu, şike iddiasıyla ilgili tutuklamalar sonrasında, sözkonusu futbol takımının uluslararası müsabakalara da katılamayışı sebebiyle, onmilyonlarca euro'luk zarara uğranıldığı da belirtiliyor..
Asıl ilgi çekici olan ise, bu takımın tarafdarlarının çılgınca destekleri..
Bir futbol takımına bağlılığın bu derecede gözükara bir noktaya gelmiş olması, bir derin sosyal problemin varlığına da işaret sayılmalı, herhalde..
Bu, müthiş bir şey..
Son 100 yıldır derin sosyal çalkantılar içinden geçmekte olan Türkiye, idâmlarla veya uzuun hapis cezaları veya sürgünlerle sonuçlanan o kadar siyasî ve ideolojik yargılamalar gördü. Ama, hiçbirisinde, sanıklara bu kadar yoğun ilgi ve gözükaralılıkla, hattâ, güvenlik güçleriyle çatışmaya ve etrafı tahrib etmeye kadar varan kızgın gösterilerle sahib çıkıldığı görülmedi..
Bu tablo, 2 Temmuz günü de tekrarlandı..
*
Günümüzde, nice dinlerin mensublarının bile bu kadar sadakatli bağlılığı gözlenemiyor..
Bu da, bize bir mesaj veriyor..
Futbol veya diğer sportif faaliyetler, 'modern insan' için basit bir tarafdarlık veya sempati bağının ötesinde mânâlar taşıyor..
Son olarak, geçtiğimiz günlerde sonuçlanan Avrupa Futbol Şampiyonası da bu mânâyı bir daha verdi..Ve bir daha görüldü ki, sportif karşılaşmalar, ve hele de futbol, sadece bir sportif faaliyetten ve onu seyretmek zevkinden ve tarafdarlığından ibaret değil..
Âdetâ, bir din..
Zaman zaman, materyalist dünyanın medyasında, 'La religion de foot' (Futbol dini..) şeklinde değerlendirmelerin görülmesi de tamamen boş değil..
Çünkü, bu 'din'in de müntesibleri, bağlıları var, mâbedleri (stadyumlar) var, ruhban sınıfı var, orduları, kumandanları, savaşları ve kahramanları var; kurbanları var..
Ve milyonları harekete geçirebiliyor..
*
Bu satırların sahibi, futbolla ilk kez, ortaokula başladığı yıllarda tanışmıştı,1956-57'lerde..
Bir köy çocuğu olarak geldiği kasabanın ortaokulunda, şehir çocukları, Beşiktaş,Fenerbahçe Galatasaray gibi isimleri telaffuz ediyorlar ve kendi aralarında ateşli tartışmalara ve 'bahis'lere bahse giriyorlar ve amma, bu köylü çocuğu, bunların ne demek olduğunu anlamıyordu..
Hele 'Lefter' diye bir kelime telaffuz edilirken, bunun ne demek olduğunu da anlamıyordu..
Rekor kırıldığından övgüyle söz ettiklerinde ise, hem bir şeyin kırıldığından, hem de ondan övgüyle sözedildiğinden bir mânâ çıkaramıyordu.. Sonraları, bunun bir top etrafında koşuşturmadan kaynaklanan basit bir spor olduğunu sanacak ve amma, bir zaman sonra, bu sporun bu kadar basit bir spor olmadığını anlayacaktı.. Çünkü, 1966'ydı galiba, Sivas-Kayseri futbol takımları arasında Kayseri'de oynanan bir maç sonrasında 40'a yakın insan bıçaklanarak veya kaçmaya çalışırken, stadın kapılarında sıkışarak ölmüş ve iki şehrin futboldan hiç haberi bile olmayan nice insanları, sırf Sivaslı veya Kayserili olmaları hasebiyle, birbirlerine düşman gibi bakmışlar, nice hacı ağaların dükkanları bile ateşe verilmiş, ülke aylarca bu şokun etkisinden kurtulamamıştı..
*
Bu geçmişi, son günlerin haberleri arasında yeniden hatırdım..
Nitekim, son Avrupa Futbol Şampiyonası'nda, ülkelerin medyasında ve kamuoylarında öyle bir hava oluştu ki, sanki, ülkeler savaşa hazırlanıyor gibiydiler..
Hele, Almanya-Yunanistan maçının olacağı günlerde.
Son zamanlarda bütün AB'yi derinden sarsan bir sosyo-ekonomik iflas içindeki Yunanistan gazetelerinden birisi, Yunan başbakanı Yorgo Papandreu'nun Alman Başbakanı Angela Merkel karşısındaki utanç verici duruşunu tekrar yayınlayarak, 'Haydi çocuklar, bugün, bu rezil tablonun intikamını alın!.' diye yazıyordu.. Çünkü, Papendreu, -Ecevit'in Clinton karşısındaki duruşunu hatırlatacak şekilde- Merkel karşısında bir suçlu gibi duruyor; Merkel ise, parmağı havada, ona talimât veren bir kumandan edâsı ile konuşuyordu..
Alman medyasında geçen sene yayınlanan bir karikatür de hatırlanıyordu.. Buna göre, Papandreu bir eliyle yunan halkının belini kopartacak derecede kemer sıkarken; bir eliyle de, Merkel'in kendisine uzattığı ayağını öpmeye çalışıyor şekilde gösteriliyordu..
Bunun için, Almanya-Yunanistan ulusal takımlarının karşılaşması yunanlılar açısından daha bir ilginç olacaktı..
Ama, umutlar tutmadı, alınan yenilgi üzerine yunan halkı, karamsarlığa daha bir saplandı..
Aynı şekilde, derin bir sosyo-ekonomik buhran tünelinden geçmekte olan, İtalya, İspanya, Portekiz, İrlanda, Fransa ve İngiltere kamuoyu da, takımlarının alacağı başarılı sonuçlardan kendi sosyo-ekonomik buhranları için doping etkisi yapacak bir çıkış kapısı aralanabileceği umudundaydılar..
İrlanda, İngiltere, Fransa ve Portekiz elendiler..
Ama, İtalya ve Almanya takımlarının karşılaşmasında, italyan takımı galib gelince..
Almanya'nın ülke çapındaki genel durumu görülmeye değerdi..
O maç saatlerinde, bisikletimle 1,5 milyonluk bir şehrin bir tarafından diğer tarafına gidiyordum.. Ortalıkta hemen hemen kimse yoktu, bütün yollar bomboştu..
Alman halkının, denilebilir ki, 7 yaş üstündekilerden yaklaşık yüzde 80-90'ı televizyon başındaydı ve zaferlerini kutlamaya hazırlanıyorlar, biralarını yudumluyorlardı..
Arada bir yükselen seslerin geldiği yerlere bakıldığında, pencerelerden, tek tük italyan bayraklarının sallandığı görülüyordu..
Sonra.. Derin bir sessizlik..
Ve 15-20 dakika sonra ise, italyan bayraklarını kapanlar, hançerelerinin vargücüyle 'İtalya! İtalya..' diyerek gösteriler yapıyorlardı, alman şehirlerinde.. Bu,bir bakıma, alman başbakanı Merkel karşısında dik durmaya çalışan italyan başbakanı Monti'ye taze kan mesabesindeydi.. Bu çılgın italyan nâraları karşısında almanların ise mukabelede bulunacak bir mecali kalmamıştı.. Çünkü, kesin olarak bekledikleri bir zaferin hayalî neş'esiyle yudumladıkları içkilerin geri kalan kısmını herhalde kahırla içmekle meşguldüler.. Bekledikleri adrenalini bulamamışlardı..
Nitekim, ertesi sabahın alman gazeteleri, -bırakalım, bulvar gazetelerini, Die Welt gibi ünlü gazeteler bile, önceki günlerde, futbol takımlarının zaferlerini birinci sahifeden, kocaman başlık ve fotoğraflarla verirlerken, şimdi,- sanki öyle bir futbol karşılaşması sanki hiç olmamış gibi davranıyorlar, durumu görmezlikten geliyorlardı..
İtalyanlar ise, elde ettikleri zaferi, kendi sosyo-ekonomik buhranlarına ve Almanya'nın güçlü ve emir veren, dikte eden tavrına karşı da bir tepki olarak ele alıyorlar ve içinde bulundukları sosyo- ekonomik buhrana bir merhem, bir çare gibi görmeye başlıyorlardı..
Ama, zafer sarhoşluğu da 48 saat sürdü ve İspanya karşısında yenilince, sosyo-ekonomik buhranlarının daha bir derinleştiğinin hissine kapıldıklarını gösteren başlıklar medya italyan medyasında boygöstermeye başladı..
Tersine, İspanya ise, içinde çırpındığı bunalımdan kurtulmak için, bir taze nefes yakalamışçasına, günlerdir, bu zaferi medyasında, ve meydanlarındaki dev kutlamalarla bir can simidine dönüştürmeye çalışıyor..
Bu beklenti gerçekleşebilir mi, onu gelecek günler gösterecek.. Toplumların bazı psikolojik engelleri aşabilmesi için, sosyal bünyeyle direkt ilgisinin olmadığı sanılan bu gibi başarılardan bile verimli sonuçlar devşirebildiği de unutulmamalıdır..
*
Hatırlanacak ilginç bir-kaç tablo daha..
10-12 sene öncelerde, bir İstanbul takımı, Avrupa Şampiyon Kulüpler Şampiyonası'nda, ünlü bir ingiliz takımını yenerek, Avrupa şampiyonu olunca..
O gece, T.C. vatandaşlarının yoğun olduğu hemen bütün alman şehirlerinde, onbinler şehir merkezlerinde sevinç gösterileri yapmışlar, trafiği saatlerce tıkamışlardı.. Hattâ, İslamî örtüleriyle dikkati çeken hanımlar bile, ellerinde bayrakları, sabahın saat üçüne kadar zaferlerini 'kutluyor'lardı; alman polisi ise, trafik tamamen durduğu halde, bu durumu anlayışla karşılıyor ve sadece seyrediyordu..
Ama, insanı asıl şaşırtan şey, Afrika'lı zenci insanların da Türkiye lehine yapılan bu gösterilere heyecanla, coşkulu bir şekilde katılmalarıydı.. Bunun sebebi ise sorulduğunda, 'Bu ingilizlerin biz Afrikalılara ve bütün dünyaya ne yaptığını biliyoruz.. Onların zelil duruma düşürülmesine nasıl sevinmeyiz.. Türkiye işte bunu yaptı.. Ne de olsa Osmanlı'nın torunları..' gibi cümleler kuruyorlardı.
*
Buna, 1998 yılında, Dünya Futbol Şampiyonası'nda, Amerika ve İran arasında oynanan maçı da ekleyebiliriz.. 1979 başındaki İslam İnqılabı'ndan beri, Amerika'yla bir psikolojik ve diplomatik savaş halinde olan İran ile, Amerikan emperyalizmi arasındaki bu karşılaşma, bütün dünyanın dikkatini çekmişti..
Dünya âdetâ iki kutublu olmuştu: Amerika'nın yanında ve karşısında olanlar..
Amerikan karşıtı olan hemen bütün dünya halkları, o maçta, İran'ın yanındaydılar..
Sıcak bir Haziran gecesinde, gecenin saat 01.30 sularında, Tahran'da, ara sokaklardan, kalmakta olduğum Serçeşme'deki eve doğru gidiyordum.derin bir sessizlik hâkim idi, havaya.. Anlaşılıyordu ki, İran halkı da televizyonlar karşısına çivilenmişlerdi, âdetâ..
Ve.. Birden, pencerelerden dışarıya, gecenin karanlığını yırtarcasına, bütün şehri ayağa kaldırırcasına ve bir top gürlemesini andıran şekilde, 'gooool!' ve 'Allah'u Ekber!' sesleri yükselmeye başlayınca, İran takımının gol attığı anlaşılıyordu..
Ve, daha sonrası da gelmiş ve İran, 2-1 yenmişti, Amerika'yı..
O gece, Tahran'ın hemen bütün meydan ve caddelerinde, sabaha kadar çılgın gösteriler yapılmıştı..
İnqılab Rehberi de, yayınladığı mesajda, futbolcuları, 'cihad'larından dolayı tebrik ediyordu..Evet, 'cihad' kelimesini aynen kullanarak..
Başka zamanlarda, 'futbol maçına da cihad denilir mi?' diyebilecek olanlar, şimdi, bu zaferi, bir 'cihad' gibi karşılayabiliyorlardı..
Çünkü, düşmanı küçük düşüren bir mücadele/savaş anlayışıyla cereyan etmişti, o maç.. Ve, İran'ın zaferi, hemen bütün dünyada da, Amerikan karşıtlarının sevinç gösterilerine dönüşmüştü..
Nitekim, o zamanki Amerikan Başkanı Bill Clinton da, daha sonraları, 8 yıllık Amerikan başkanlığı sırasında en fazla acı çektiği ân olarak, 'İran karşısında yenildikleri futbol maçını' zikredecekti..
*
Evet, futbol deyip geçmeyelim..
Bu gibi sportif karşılaşmalar, jeo-politika çağının bunalımlı insanı için, bir güç gösterisinden ve zevkperestlikten çok öteye, bir âyin gibi, bir din gibi, on milyonları, yüzmilyonları etkileyen bir âyin haline dönüşmüş bulunuyor..
Sporun, politik hedefinin olmadığı gibi iddialara inanılmaması gerektiği de açık..
1936-Berlin Olimpiyadları'nı alman führeri Adolf Hitler'in, nasıl bir politik, ideolojik ve askerî güç güç gösterisine ve psikolojik savaşa dönüştürdüğünü hatırlayabiliriz.. Bugün, hemen herkes Hitler'e karşı çıkıyor olsa da, hemen her ülkenin, bu gibi sportif karşılaşmalardaki başarılardan politik ve ideolojik zaferlere yol bulmaya çalıştıkları ortadadır..
Amma, yine unutmayalım ki, Sovyetler Birliği ve komünist blok, çöküşü ânına kadar, hemen bütün sportif karşılaşmalarda daima ön planda oluyor ve bütün madalyaları topluyorlar ve o güç gösterileriyle, kendi resmî ideolojileri olan komünist ideoloji arasında bir bağ kurmaya çalışıyorlardı, zihinlerde.. Ama, sonra anlaşıldı ki, o sportif başarılar, ideolojik çöküntünün gizlenmesi için bir kamuflaj malzemesi olarak kullanılmıştı..
Nitekim, ol saltanatın yeller eser şimdi yerinde..
*
Bu satırların sahibi ki, futbolla ilgisi hemen hemen yok denecek kadar zayıf birisi olmasına rağmen, görebildikleri budur ve futbol'un, materyalist toplumların 'modern insan'ının güce tapma ve zevkperestlik eğilimlerini yansıtan bir âyin şeklinde yansıdığını gözlemlemektedir..
YAZIYA YORUM KAT