İnsan kendi gereksinimlerinin kölesi olmamalı!
Yunus Emre Özsaray, insanların statü gibi icat edilmiş gereksinimler üzerinden giriştikleri meşgaleleri analiz ediyor.
Yunus Emre Özsaray / Cins
Statünün teşhiri: Başkasının kapısından kendi evine girmeye çalışmak
İnsan herhalde en çok kabul görme beklentisinin kölesidir. Kafka’nın Kanun Önünde isimli meşhur hikâyesinde kanun kapısı önünde içeri kabul edilmek beklentisiyle ömrünü tüketen köylüyü hatırlayalım. Köyden gelirken yanına aldığı öteberi ne varsa beklediği süre boyunca bunları kapıcıya rüşvet verir fakat yine de içeri girmeyi başaramaz. Hikâye, bürokratik yapılar, adalet sistemi gibi temel sorunlar üzerinden de okunabilir ama ben bu hikâyeyi “ait olmak istediğimiz sosyal statü için kabul görmeyi beklemek ömrü tüketir.” şeklinde tevil edebilirim. Bu beklemenin elbette motive edici bir tarafı olabilir. Hatta beklememek ayrı bir umutsuzluk biçimi olan statükoyu kabullenmek anlamına da gelebilir. Sorun beklemekte değil, başkalarınca kabul görmeyi beklemektedir. Çünkü böylesi bir beklenti başka öznelere ait statünün teşhir nesnesi olmaktan başka bir işe yaramayacaktır. Statü sahibi, çoğunlukla kendi dışındaki öznelerin statüyü taklit etmesiyle statüsünü teşhir eder ve ona geçerlilik kazandırır. Zira insanlar çoğunlukla başkalarının statüsünü kendileri de oraya aitmişçesine âdeta bir kabul belgesi olarak teşhir ederler. Nesneler bazen hangi toplumsal katmana aitsek onun göstergesi olurken pek çoğu da gerçek olmayan, özlemi çekilen bir statüyü yansıtmaktadır. Gündelik kıyafetlerden, evlerde sergilenen eşyalara, kullandığımız pratik nesnelere varana kadar pek çok şey kabul belgesi olabilir fakat bu kabul belgeleri çoğunlukla dahil olunmak istenen statüden arta kalan modası geçmiş nesnelerdir. Dahil olunmak istenen statünün göstergeleri beklenti içinde olanlarca teşhir edilirken, statünün asıl sahipleri farklı bir evreye çoktan geçmişlerdir.
İnsanlar statü farklılaşmasını nesneler üzerinden teşhir etmeye devam ettikçe statünün devamlılığına hizmet etmekten başka bir işe yaramayacaktır bu teşhirleri. Kendileri ise yalnızca -mış gibi bir evrenin içinde -mış gibi sanarak yaşam süreceklerdir ki bu da aslında umutsuz bir bekleyiştir ve Alain De Botton’un Statü Endişesi’nde vurguladığı üzere ölümcüldür. Umutsuz bekleyiş ve ölümcüllük deyince Kierkegaard’ın Ölümcül Hastalık Umutsuzluk’ta söylediklerini de akla getirebiliriz. Kabul görmüş bir statüye dahil olmak kaygısıyla beklenti içine girmek ve bu statüyü nesneler aracılığıyla teşhir etmeye çalışmakla ulaşılacak şey ancak anlamsızlık olacaktır. Böylesi göstergeleri aşabilmekle insanda sonsuzluk düşüncesi hasıl olacak, mutluluğa erişelebilecektir. Belki de teşhir edilen statü, mutsuzluğun temel kaynağıdır çünkü teşhir çoğunlukla başkasına ait olanın kopyasını teşhir etmek ve sürekli beklenti içinde olmakla ilgilidir. Bu yüzden teşhir etmek yerine vazgeçebilmek tavsiye edilmiştir. Kierkegaard’a göre insan sonlu varlığının içine kapanır ve mutluluğu bu sonluluğun içinde ararsa umutsuzluğa düşer, çünkü yaratacısıyla bağlantısını kesmiştir. “İnsan sonsuzluk ile sonlunun, geçici ile kalıcının, özgürlük ile zorunluluğun bir sentezidir. İnsanı ölümcül hastalığa mahkum eden statü endişesi, aslında üstünlüğü başkasının statüsüne ulaşmaya çalışmakla eş değer görmekten kaynaklanmaktadır. İnsan hayat boyu ait olmadığı statüyü teşhir ediyor, bir kapı önünde bekliyor ama bir türlü içeri alınmıyor. Oysa üstünlük, oysa kabul görmek, sonlu olanın sınırlarını sonsuzluk düşüncesiyle aşabilmekle mümkündür.
- Kişi, ömrü boyunca ha bugün ha yarın beklentisiyle kendi üzerinde bir başkasının statüsünü teşhir ediyor ama o kapı ona bir türlü açılmıyor.
Kafka’nın hikâyesini tekrar hatırlayalım, o kapı zaten o köylü için açık tutuluyordu ama içeri girmek için ömrü boyunca kabul görmeyi bekledi. Elinde bulundurduğu nesneleri, kendine pazarlanan ve bir şekilde ikna olduğu, “beklentiyle” takas etti. Nesne verdi, beklenti satın aldı ve bu beklenti ile ömrünü tüketti. Belki de bu yüzden Alain De Botton statü beklentisinin aşırıya kaçtığında bizi yok oluşa sürükleyeceğini söyler. Botton aşırılığa vurgu yapıyor ama bana kalırsa burada aşırılığı doğuran başkalarınca kabul görmek beklentisidir. Çünkü böylesi bir beklenti, ait olmadığı fakat dahil olmaya çalıştığı statüyü sürekli teşhir etme zorunluluğunu doğuruyor. Kişi, ömrü boyunca ha bugün ha yarın beklentisiyle kendi üzerinde bir başkasının statüsünü teşhir ediyor ama o kapı ona bir türlü açılmıyor. Oysa yapması gereken o kapıdan kendi olarak girmesiydi ki statü karşısında toplumsal değişimi getiren de ancak böylesi bir eylem halidir.
İnsanı insanın manzarası haline getiren zamanımız, aynı zamanda hiç olmadığı kadar insanı insanın kapısı haline de getirdi. Bu ilk başta fena durmuyor. Ama insan kendi evine bir başkasının kapısından girmeye çalıştığında, oranın kendi evi olduğunu sanmaya devam ediyorsa en fazla bir simülasyonun içindedir, belki aklını kaçırmıştır, belki de sarhoştur diyebiliriz. Bu hikâyenin devam ettiğini varsayalım. O adam, tıka basa eşyalarla dolu, duvarlarında diplomaların, şiltlerin, beratların, plaketlerin sergilendiği o evin kendine ait olduğuna ikna oldukça, başkalarını da ikna edebilmek için mekânla poetik ilişkisini varsayarak, eşyalar üzerinden bir hatıra aktarımına dahi başlayacak, bu evin belki de kaç kuşaktır kendilerine ait olduğunu, geçirdikleri huzurlu zamanları ve daha pek çok hatırayı bu ait olmadığı ev üzerinden hikâye etmeye çalışacaktır. Ta ki yaka paça dışarı atılana kadar. Bu anoloji üzerinden şunu söylemek istiyorum, statü kaygısıyla anlamımızı bir başkasının statüsü üzerinden teşhir etmeye çalıştığımızda elde edeceğimiz sonucun anlamsızlık olması fazlasıyla ihtimal dahilinde... Kendimize giden yolda, ölçü ne yazık ki sürekli bir başkası olduğu için, o başkası olduğumuzu her daim teşhir etmek ihtiyacını duyuyoruz. Bize ait olmayan nesnelerle kendimizi tanımlıyor ve son tahlilde bir başkası olarak kendimize dönüşmeye çalışıyoruz, bu da herhalde Kafka’nın kanun önünde bekleyen taşralısının makus talihiyle ömür tüketmekten pek de farklı olmuyor. Oysa kendimizi bulduğumuzu sandığımız ev bir şekilde devam ettirilmeye çalışılan bir statünün eski eşyalar müzesinden başka bir şey değildi. O eve girip, onunla kendini ifade etmeye çalışmak var olan statünün devamlılığından başka bir şeye yaramamaktadır ki sergilenmelerinin sebebi de budur. Statü kendini başkalarının üzerinde teşhir etmeye çalışarak devamlılığını sağlar. Potlaç kültüründen beri devam eden yedirdim, giydirdim, altına bineğini verdim şeklinde devam eden sayıp dökmelerin ardındaki mantık biraz da budur. İslam kültürünün verilenin teşhir edilmesi üzerinden elde edilecek bir statü saygınlığını hoş görmediğini biliyoruz.
- İnsan kendi evine bir başkasının kapısından girmeye çalıştığında, oranın kendi evi olduğunu sanmaya devam ediyorsa en fazla bir simülasyonun içindedir, belki aklını kaçırmıştır.
Toplumsal değişim denilen husus, statüyü devam ettirme kaygısına karşı statüyü ortadan kaldıran bir motivasyona dayanır. Statünün teşhirinin bir diğer yönü de tüketim mantığı üzerinden kurgulanır. Baudrillard, Gösterge Ekonomi Politiği Hakkında Bir Eleştiri adlı çalışmasında nesnelerin gösterge işlevini yorumlarken, burjuva evinin suyunun suyu bir hayat tarzının bize burjuvaymışız havası verdiğini söyler. Zaten bu havayı yaşamak arzusu kistchin üretimini, diğer taraftan da burjuva hayat tarzının devamını sağlar. Bir tarafta ait olamayacağı bir sosyal statünün simülasyonunda yaşayanlar, diğer tarafta ise içeridekiler. İçeridekilerin simülasyonuna dahil olmayı bekleyenlerin sayısı arttıkça, iç dış arasındaki statü farkının daha da belirginleşmesi kaçınılmaz. Bir diğer ifadeyle hem hiç olmadığı kadar herkesi birbirine benzeten bir yapı, hem de bu benzerlik sayesinde herkesi kendine benzetiyor olabilmenin statü ayrıcalığına sahip olmak. Moda üreticilerinin en büyük başarısı bu olsa gerektir. Çünkü güncel modellere ancak imtiyazlılar sahip olabilir diğerleri ise ancak modası geçen bir nesneyi sergileyebilirler. Sergilediğimiz aslında bir başkasının statüsünün üzerimizdeki kopyası değil midir... Baudrillard burada bize biraz acımasız gelebilir çünkü o, tüketimi üzerimizdeki kıyafetlerden evimizdeki eşyalara kadar büyük oranda başkasının statüsünü teşhir etmeye dayalı bir harcama mantığı üzerine kuruyor.
Adam Smith, Ahlaki Duygular Kuramı isimli eserinde “Dünyadaki bütün bu hırgür, bu keşmekeş neye hizmet ediyor?” diye soruyor ve ekliyor: Para hırsıyla canımızı dişimize takmış, zenginlik, iktidar ve mükemmellik peşinde koşuyoruz; bu koşunun sonunda ne bekliyor bizi? Doğanın gereklerini mi yerine getirmeye uğraşıyoruz? En yoksul işçinin yevmiyesi bile doğanın gereklerini karşılamaya yeter. Öyleyse daha iyi şartlarda yaşamak adını verdiğimiz o yüce amacın nasıl bir yararı var bize? Şu yararı var: bütün bu koşuşturmanın sonucunda gözlemlendiğimizi, ilgilenildiğimizi, bize sempatiyle, beğeniyle ve takdirle bakıldığını hissederiz.
İnsanın insan olmasını sağlayan şey öncelikle gereksinimler değildir. Hayatın hiçbir alanında insan kendi gereksinimlerinin kölesi olamaz. Fakat statü endişesi, insanı, statü teşhirine sevk ediyor, fakat teşhir edilen özgürleşme, insana saygınlık kazandırmak yerine onu beklentinin ve gereksinimlerin kölesi haline getiriyor. Fark edemiyoruz...
HABERE YORUM KAT