İnsan için fanilik esastır
Gökhan Özcan insanların kendi varlıkları üzerine tefekkür ettikleri zaman her şeyin sonunda faniliği hatırlayacaklarının altını çiziyor.
Gökhan Özcan / Yeni Şafak
Kim var orada?
Kim olduğumuzu düşünürken gözümüzde hep dünyada yapıp ettiklerimizle canlandırıyoruz kendimizi. O fani halimizle, kırılgan, bir gölge gibi bu alemden geçip giden suretimizle... O ki sonsuz hakikat perdesine düşen bir hayalden ibarettir aslında. Asıl insan, insanın içine baktığında bulabileceği bir ‘şey’... Görme kabiliyetini keskin tutabilse oradan hakikatin sonsuzluğuna nazar edebileceği bir pencere insanın içi... O pencereden sonsuza düş düşebildiğin kadar...
“Ego kendi içine bakabilseydi, derler, kendi hakiki doğasının kendinden daha derin olduğunu görebilecekti, özelliklerini ve bilincini bireysel kişiliğin ötesindeki bir kaynaktan aldığını fark edebilecekti” diyor ‘Mutluluğun Anlamı’nda Alan Watts.
İçimizden geçenler hakkında düşünüyor muyuz hiç? Neler oluyor orada? Dışımızın yollarını kesen engeller olmadan, nerelere kadar gidilebiliyor içimize doğru? Aklımıza gelenler, kalbimize düşenler, derin uykularımızı birer seyre, seyrana dönüştürenler... Biz onlara yalnızca muhatap, yalnızca seyirci, sadece sahne, sadece perde olduğumuza göre, neden bize, bizlere, sonsuz farklı lisanla, ifadeyle, tafsilatla, sonsuza açılan sonsuz ihtimalle, derinlik ve güzellikle, nasıl ve nereden geliyor? İçimize ışık düşüren projektör bizim elimizde mi? Yoksa her yeri aydınlatan, her şeyi biçimine, kıvamına, karakterine, neşvesine, işvesine kavuşturan bir güneşi mi var içimizin? Nedir aydınlatan içimizi boydan boya, nedir içimizin dağlarını, denizlerini, ırmaklarını, yaylalarını yerlerine yerleştiren, engelsizce uzayan yolları içine döşeyen, insanı, insanları, birbirine ayna kılarak orada sonsuzca hikayeleştiren, mânâyı bir kristal gergef gibi içimize işledikçe işleyen? Nedir ilk defa işittiğimiz sözleri kulaklarımıza fısıldayan, kelimelere sadece bize aşikar sırlarını veren? Kimdir, içimizde, içimizden, içimizi konuşan? Kimdir içimizi kaplayan bir uçtan bir uca, kimdir içimizi uçsuz bucaksız, sonsuz sınırsız kılan? Kimdir bizim bittiğimiz yerde bitmeyen, yorulduğumuz yerde yorulmayan, yenildiğimiz yerde yenilmeyen, düştüğümüz yerde düşmeyen? İçimizde olanlar hakkında durup azıcık düşünüyor muyuz hiç? Kim var orada? Kim var orada ve her yerde?
“Söyle iki gözüne a iki gözüm, taşrada eğleşip durmasınlar boşuna” dedi meczup, “asıl mevzu içeride!”
...
Yazıyı ahirete hicretinin birinci sene-i devriyesi münasebetiyle Sezai Karakoç ile hitama erdirelim, fatihalarımızla birlikte inşallah... ‘Hızırla Kırk Saat›ten: “....Tükenin var olan varlığıyla Varlığın/ Ki göreceksiniz kesin kesin/ Yüzünüzü nereye çevirirseniz çevirin/ O’dur var olan var eden/ Biçim veren değiştiren/ Dağıtan toplayan/ Hiç olmamışa çeviren/ Bir çırpıda gelip/ Geçmişe döndüren zamanı/ Sesi seslendiren yeri yerlendiren/ Sonra açıp yeli yerleştiren yürüyen bir kabir gibi/ İçine yeri yerleştiren gömen/ Bir kan pıhtısından meniden/ Bir insan türeten/ Sonra onu büyüten/ Sözüne kulak yapan ağız yapan/ İşine onda bir yetenek özü mayalandıran/ İnanış veren sabır veren/ Kur’an’a da şeytana da? Eş yapan yoldaş yapan sırasında/ Bir örtü gibi birden açan dünyayı/ Sonra birden toplayan ortalığı....”
HABERE YORUM KAT