İnsan hayatının değerini unutan ülke
Önümde Tüketici Merkezi'nin piyasaya sürülen bazı ürünlerin reklamlarının yasaklanmasına ilişkin kararlardan derlenmiş bir liste var. Anlaşılan o ki, çarşı-pazar pek çok ahlaksız üreticinin istilasına uğramış. Bir örnek verirsek, hemen herkesin bir biçimde bilgi sahibi olduğu bu denetimsiz piyasa daha iyi anlaşılır:
“ 'Buhara Ticaret' adlı müesseseye ait 'Uzamax' adlı ürüne ilişkin (....) adresli internet sitesinde yer alan; 'Uzamax içerdiği doğal mineraller ve vitaminlerle 0 ile 20 arası insanlarda boyun bir ay gibi bir sürede uzamasını sağlar. 20 ile 25 yaş arasında olanlarda ise büyüme olabilir, kişi denemek isterse en az 3-5 ay süre kullanmaya devam etmelidir. Bir yılda yaklaşık 10-15 cm'ye kadar büyüme gerçekleşebilir...”
“Uzamax”ın benzeri onbeş yirmi marifeti daha var.
Ve de bu ürünün reklamı için alınan karar: “...bu durumun 4077 sayılı Kanun'un 4822 sayılı Kanun'la değişik 16. maddesi hükmüne aykırı olduğuna, reklam veren (....) hakkında ulusal düzeyde (59.192 YTL) idari para ve anılan reklamları durdurma cezaları verilmesine karar verilmiştir.”
Kim tarafından verildiğini anlayamasam da, önümüzdeki karar Türkiye'nin iyi bir fotoğrafıdır diyebiliriz... “Buhara Ticaret” adını alan bir şirket (ya da bir kişi) milletin boyunu birkaç ayda 10-15 santim uzatacak bir ürün icat ederek internette pazarlamaya başlamış, ama hakkındaki karar “anılan reklamları durdurma cezası”na hükmetmekle oyalanıyor...
Öyle bir ülke piyasa ki, halkın-tüketicinin sağlığı epeyce yıldır sadece Uğur Dündar'ın “Arena”sına emanet edilmiş. “Ünlü gazeteci” uğraşıp didinecek de, sofralardaki peynir ya da sucuk gönül rahatlığıyla tüketilebilecek standarta ulaşacak...
Dünya Sağlık Örgütü tarafından 53 ülkede yapılan bir araştırmanın şu çarpıcı sonucuna da bakın: “Alkol tüketimi açısından sondan üçüncü olan Türkiye, alkolün neden olduğu trafik kazalarında birinci.”
Bu iki sonucun birlikte var olabilmesinin nedeni nedir acaba? Sorunun cevabı her aklı başında insan (alkollüler de dahil) açısından besbelli değil mi? Tabii ki –yine döndük aynı konuya- ülkenin bu konuya ilişkin olarak da, mutlak bir denetimsizlik içinde tamamen kendisine terk edilmesinden dolayı.
İnsan hayatının değeri bir kez unutulmaya görsün... Geçim derdinden, cehaletten, şundan bundan fark etmez; bir kere unutulmaya görsün... Artık o ülkede-toplumda kimseyi hiçbir durumda kalbine seslenerek durdurabilmeniz mümkün değildir...
Ve de işte nihayet 18 “kaçağın” devrilen bir kamyonette havasızlıktan can vermesi...
Hatırlıyorsunuzdur; bu yılın Temmuz ayında bu sefer bir TIR'ın devrilmesi sonucunda aynı sebepten (havasızlıktan) 13 “kaçak” daha ölmüştü.
“Kaçaklar”, yani ülkelerinden, yurtlarından kaçanlar...
Kamyonetin şoförü devirdiği aracı bırakıp kaçarken, “İçerideki 43 kişinin kapısını açayım hiç değilse” diye düşünemeyecek kadar “cahil”, akılsız ve kötü bir vatandaşımız. Unutmayalım, aklımızın bir köşesinde tutalım, bakalım bu 43 çaresiz insanı havasızlıkla baş başa bırakıp kaçan bu şoföre mahkemelerimiz ne ceza kesecek?
Bana sorarsınız, sayıları dünyada 70 milyonu geçen bu çaresiz insanlardan “kaçak” diyerek söz etmek de uygunsuzluğun daniskası. Ama yaşadığınız ülkenin mülteciler-sığınmacılar konusuna ilişkin 1951 Cenevre Sözleşmesi'ne “sadece Avrupa'dan gelecek mültecilere korunma sağlanacağı” şeklindeki “coğrafi çekince”yi koyan bir ülke olduğunu hatırlarsanız, bu duyarsızlığa çok da şaşırmamanız gerekir. İsterseniz biraz daha geriye giderek yükünün büyük kısmını Rus ve Polonyalı Yahudilerden oluşan Struma gemisinin İstanbul açıklarında günlerce bekletildikten sonra Karadeniz çıkışında sulara gömülmesine nasıl kayıtsız kalındığını da hatırlayabilirsiniz.
Türkiye tabii ki belli aralıklarla “göçmen” kabul eden bir ülke. Cumhuriyet döneminde Yugoslavya ve Bulgaristan'dan gelen göçler bu çerçevede ilk akla gelenler. Ama konuyu bilenlerin belirttiği gibi, Türkiye'nin göç politikasını belirleyen asıl ilke “Türk kimliğine ve kültürüne bağlılık.” Konunun uzmanları Türkiye'nin ancak AB ile ilişkileri çerçevesinde bu yönde yeni adımlar attığını belirtiyorlar. Ama gönül ister ki, iltica hakkı Batı'da olduğu gibi bu ülkede de anayasal koruma altına alınsın.
Peki bugün Türkiye'ye yaşayıp da mülteci statüsü kazanmış kaç kişi var? Bu pek de ilgimizi çekmeyen sayı şu: Nisan 2008 itibariyle Türkiye'de Birlişmiş milletler Mülteci Yüksek Komiserliği'ne kayıtlı 13.385 sığınmacı-mülteci var. Bunların 8.055'i mülteci statüsünü kazanmış durumda.
Peki bu insanlar neyi bekliyor? Tabii ki kendilerini kabul edecek bir “üçüncü ülke”yi. Ve de tahmin ettiğiniz gibi, “üçüncü ülke” çıkmayınca da bunlar ve “kaçaklar” için başlıyor kendilerini denize ulaştıracak bir kamyonet ve TIR arayışı.
Avrupa'ya geçiş özellikle de 11 Eylül sonrası son derece zor bir iş. 1988'den bugüne Avrupa sınırları boyunca 12.347 insanın öldüğü söyleniyor. Sadece Ege Denizi'nde 896 kişi ölmüş.
Bu “geçişler” için önemli bir güzergâh olan Türkiye, pek çok sorun gibi iltica-mülteci sorununu da yeni yeni düşünmeye başlıyor. Eskiden hemen kimsenin duymadığı ve sesini yükseltmediği “sınırdışı etme” uygulamaları artık eskisi kadar kolay değil. “Misafirhaneler” sorunu –dikkat ederseniz- yeni yeni gündeme geliyor.
Toparlayacak olursak: Halk sağlığını gözeten ciddi denetim mekanizmaları ve sadece bu son bayramda “143 ölü 675 yaralı” gibi eşi benzeri olmayan bir bilançoyla kapanan “trafik canavarı” sorunu gibi iltica-mülteci bahsi de ancak insan hayatının değerini unutmayan-unutturmayan bir siyasal-hukuksal-toplumsal yapının oluşturulmasıyla çözülebilir.
Not: Gazetemizin internet sayfasında Pazar günü yer alan “Bianet'in şehidi yok” başlıklı haber birçok okurumun “yakıştıramadık” şeklindeki tepkisine neden oldu. Yeni Şafak'ın bir yazarı olarak kendilerine –tamamen- hak verdiğimi duyurmak isterim.
YENİ ŞAFAK
YAZIYA YORUM KAT