1. YAZARLAR

  2. Bejan Matur

  3. İndus Vadisi'nde merhamet yolculuğu
Bejan Matur

Bejan Matur

Yazarın Tüm Yazıları >

İndus Vadisi'nde merhamet yolculuğu

06 Eylül 2010 Pazartesi 00:41A+A-

İndus Vadisi sular altında kaldığı için midir bilmiyorum, bana bitmez tükenmez geldi. Sonsuz ufuk boyunca uzanan bu kadar geniş bir tarım arazisi görmedim. Gözün alabildiği bütün uzaklık hurma ağaçlarının narin gölgesi ile bezenmiş. Ama o gölgeler son üç haftadır suya düşüyor. Çünkü İndus Nehri'nin taşıdığı yağmur suları, Pencap ovasını bir iç denize çevirmiş.

O iç denizde belli belirsiz yollar, adacıklar üzerinde hasbelkader kalmış ıssız evler ve köyler var. Üzerinden helikopterle uçarken ajansların geçtiği görüntüleri, rakamları düşünüyorum; yardım bekleyen yaklaşık 20 milyon insanı, ölümün sınırındaki kadınları, incecik boyunlu küçük kız ve erkek çocukları. Onların artık orada, tehlike altında olmadıklarını bilmek biraz rahatlatıyor. Ama tehlike tam olarak giderilmiş değil. Toprağını kaybetmiş milyonlarca insan sığındıkları kamplarda, dünyanın merhametini bekliyor.

Yardımlar konusunda şu ana kadar verilmiş sözlerin pek azı yerine getirilmiş. Hoş, getirilse bile, mevcut hükümetin beceriksiz tavrı herkeste tereddüt yaratıyor. Yardımlar El Kaide'ye gider kaygısını dile getirenlere Pakistan Dışişleri Bakanı Kureyşi 'Asıl dışarıdan yardım gelmezse, El Kaide güçlenir.' açıklamasını yapmış. Pakistan'ın başındaki diğer bela orada kaldığımız üç günde bile ara vermedi. Lahor'da meydana gelen patlamada 31 Şii hayatını kaybetti. Ülkede bir türlü durulmayan iç çatışmalar, o kadar ümitsiz görünüyor ki, ufukta demokrasiye dair küçük bir işaret bile yok henüz.

EMİNE HANIM'IN MERHAMETİNİN KAYNAĞI

Büyük felaketlerin baskıcı, statükocu ülke yönetimlerini sarstığı bilinen bir gerçek. Temennim içe kapanık, statükocu Pakistan rejiminin dış yardıma muhtaç hale gelmekle sorgulanır hale gelmesi. Nitekim orada konuştuğum bir basın mensubu, sel felaketi sonrası yardım için gelen yabancı ekiplerin yıktığı önyargılardan söz ediyor; Pakistan'da bugüne kadar muhafazakâr gruplar arasında 'şeytan' olarak nitelenen sarışın, mavi gözlü Batılılar, canla başla yardıma koşunca, kötü olmadıkları inancı yerleşiyormuş! Her hayırda şer, her şerde bir hayır vardır!

İndus Vadisi'nden toplanan sel mağdurlarını, Sukkur kampında ziyaret ettik. Yaklaşık 2.000 kişinin barındığı kamptaki sahra hastanesinde, Türkiye'den giden sağlık ekipleri, inanılmaz bir özveri ile şifa dağıtıyor. Kampta sıcaklık 40 derece. Nemle birleşince 50-55 dereceyi buluyor. Nefes almayı güçleştiren dayanılmaz nem özellikle çocukları ve hamile kadınları tehdit ediyor. Çoğunun yüzü yaralı. Sivrisinek ve yılan ısırmalarından muzdarip binlerce çocuk olduğu söyleniyor. Yeterli temizlik ve gıda yardımı yok. Kamptaki Sindli çocuklarla konuşmaya çalışıyorum. İsimlerini bile soracak ortak bir kelimem olmayan simsiyah gözlere bakıyorum. Çocuklara dokunarak onları güldürmeyi başaran sevgili Amberin Zaman'ın kamptan yükselttiği çocuk kahkahaları havalanan bir kuş sürüsü gibi içimi ferahlatıyor.

Yaralı, hasta, yaşlı onlarca insanın toplandığı çadırları tek tek ziyaret eden Başbakan'ın eşi Emine Erdoğan'ın performansı ise takdire değerdi. Ziyaretin sembolik olduğunu düşünenler çıkabilir. Ama göstermelik merhameti kolayca deşifre edecek ciddi zorluklar vardı orada. Heyetteki medya mensuplarından, diğer katılımcılara pek çoğumuz, sıcak ve nemden nefes almakta zorlandığımız anlarda, Emine Hanım büyük bir samimiyetle sel mağdurlarına tek tek dokundu. Hepsinin halini sordu, başlarını okşadı.

Uçakta dönerken biraz da gördüğüm bu manzaradan etkilendiğim için, Emine Hanım'la özel olarak konuşmak istedim. Siyasetçilerle yapılan konuşmaların kulis değerine hiç heves etmediğim halde kendisinden şunu duymak istedim; samimi merhametinin, bitmeyen şefkatinin kaynağı neydi?

Geçtiğimiz baharda katıldığım Brüksel gezisi sonrası; 'Başbakan'ın büyük şansı Emine Hanım gibi bir eşe sahip olmasıdır' diye yazmıştım. Yanılmadığımı test etmek sevindiriciydi. Sahiden bir Anadolu kadınında olması gereken şefkate ve sıcaklığa sahip. Ve doğallıkla edindiği bir bilgeliğe. Özetle annelerimize benziyor! Elleri, dokunarak konuşması, gözyaşları fazlasıyla sahici.

Pakistan'da gördüğüm tablonun bir diğer yanı da şuydu; Emine Erdoğan törende konuşmasına 'ben ve eşim geçen yıl Pakistan'a geldiğimizde' diye söze başladı. 'Ben ve Sayın Başbakan' ifadesini de kullanabilirdi pekala! Çok farkında olmadan edindiği bu üslup, onun gücünü, eşitlik bilincini yansıtıyor diye düşünüyorum.

Pakistan gezisinde burjuvazinin önemli ismi Caroline Koç da vardı.

Muhafazakâr değerleri ile bilenen bir partinin liderinin eşinin Türkiye'nin yarattığı değerleri ayrımsız sahiplenerek dünyanın farklı coğrafyalarına götürmesi bana önemli bir sosyolojik vaka gibi görünüyor. Muhafazakâr ve laik değerlerin Türkiye'de buluşması bilinen sebeplerle kolay değil.

Tıpkı Brüksel gezisinde olduğu gibi, buluşma şimdilik dışarıda sağlanıyor. Dışarıda sağlanan beraberliğin içeride etkilerini göstermesi ise kaçınılmaz.

Nitekim daha şimdiden normalleşme başlamış gibi. Emine Hanım'ın başörtüsüyle barışan laik kadınlar, başörtüsü yasağını daha ne kadar süreyle militanca savunabilirler ki? Aralarındaki buzlar böylece çözülüyor. Güzel olan bu yakınlaşma doğal dinamiklerle oluyor.

Bir merhamet yolculuğu olan Pakistan yolculuğuna Caroline Koç'un katılımı Türkiye'nin önündeki pek çok sorunun düğümü gibi; bizimki gibi Batılı olmaya çalışan Doğulu bir toplumda değerlerin barışması, sınıfların barışması, öncelikle kadınların barışmasıyla mümkün çünkü. Önce kadınlar barışacak. Önce kadınlar konuşacak. Ancak o zaman normalleşme sağlanır. Büyük konuşma o zaman etkilerini yaratır.

Geçenlerde Diyarbakırlı bir işadamı BDP'den söz ederken 'en militan olanlar kadınlar ve gençler. Sertliği onlar tırmandırıyor' demişti. Ben de 'tıpkı İzmirli kadınlar gibi. Başörtülü kadınların başından örtüyü çekip almaya cüret eden sarışın kadınlar gibi' demiştim. Her toplumda böyledir. Kadınlarda duyguların alanı daha güçlü olduğundan, radikalleşme eğilimi gösterirler. Ama aynı kadınlığın bir de şu yanı var; bir sağduyu ve duyarlıkla hareket ettiklerinde muazzam dönüştürücü bir güce dönüşür. Anneliğin, kadınlığın büyük gücü. O nedenle kadınların nezdinde değerlerin barışması, toplumun gerçek gücünü açığa çıkarır.

Önce Brüksel, sonra Pakistan'a taşınan diyaloğu böyle yorumlamak gerekiyor.

Laik kadınların, muhafazakâr değerlerden öğrendiği ve muhafazakâr değerlere kattığı vitrin aslında Türkiye'nin asıl gücü. Ta Osmanlı'dan başlayarak kazanılan hakların, hayat biçimlerinin birbirine teslim olmadan, yan yana yaşamayı öğrenmeleri önemli bir vaka.

İçeride siyaset sahnesinde laikler ve muhafazakârlar birbirlerini yiyedursunlar, toplumsal barışı bu türden bağlar kuruyor. Caroline Koç, Emine Erdoğan'ın temsil ettiği değerleri sorun yapmadığı gibi, onun öncülüğünde dünyanın farklı noktalarına güçlü bir kadınlık temsiliyle taşınıyor.

Benzer bir güç hemen her alanda var; Türkiye, Cumhuriyet tarihi boyunca yaptıklarını fazlasıyla aşan bir dış faaliyet içinde. Dünyanın hangi köşesine gitseniz Türkiye'den işadamları, girişimciler, sivil toplum kuruluşları, siyasetçiler ve medya mensupları ile karşılaşıyorsunuz. Eskiden dünyanın uzak bir köşesinde felaket yaşandığında haber kaynağımız Batılı ajanslardı. Bugün Türkiye'den giden haberciler dünyaya servis yapıyor. TRT Türk'ün muhabiri Levent Öztürk bunlardan biri. Sel felaketinin başladığı ilk günden itibaren suların içinden iç paralayıcı görüntüler aktarmıştı. Sadece medya değil, diğer alanlarda da dünyanın uzak coğrafyalarında yardıma giden, inşa faaliyetleri yürüten ekipler, girişimciler hızla çoğalıyor. Afganistan'da TİKA'nın çalışmalarını gördüğümde benzer bir duyguya kapılmıştım.

"SEL İÇİN GELMEDİK, ZATEN BURADAYDIK"

Aynı çaba bugün Pakistan için söz konusu. 2005 yılındaki depremde bölgeye yardım götüren Kızılay, orada kalıcı bir birim oluşturmuş. Başkan Tekin Küçükali 'Biz sel için gelmedik. Zaten buradaydık.' derken haklı gururunu gizlemiyor.

Sahiden bilinen Türkiye imajının dışında, dışarıyla ilişkisini güçlendiren bir ülke var. Başkalarına yardım için, güçlü ekonomi ya da kişi başına düşen milli geliri yükseltmiş olmanız yetmez. O ilişkiden korkmayacak güvenli bir ruh hali de gerekir. Dünyanın 60 ayrı ülkesinde, her an yardım yapabilecek organizasyonu sağlayan Kızılay ve Başbakanlık bünyesinde yeni kurulan Afet ve Acil Durum Yönetimi (AFAD) Başkanı Mehmet Ersoy 'Uluslararası yardım toplantılarında saygı duyulan bir ülke haline geldik.' diyor.

Tüm bunları gözlediğinizde içerideki siyasetin, dışarının çok gerisinde seyrettiğini fark ediyorsunuz. Türkiye, tarihinde yakalamadığı bir ivme ile ülkeden ülkeye koşarak, yoksullara, felaket mağdurlarına ve anlaşmazlık içindeki gruplara yardım eden güçlü bir ülke profili sunuyor. Üstelik çağdaş değerleri ihmal etmeden. Bunu en iyi yansıtan, Pakistan gezimiz boyunca bize eşlik eden üzerinde ABGS (Avrupa Birliği Genel Sekreterliği) torbalarıydı. AB'den sorumlu Devlet Bakanı Egemen Bağış'ın başkanlığında inanılmaz bir eforla çalışan ABGS'nin felaket bölgesinde giyilmesi için dağıttıkları mavi torbalarda taşınan sadece plastik bot ve yağmurluk değildi!

Pakistan'a Türkiye üzerinden giden Avrupa imajının kayda değer yeni bir politik durum olduğunu düşünüyorum. Türkiye Pakistan'a giderken Emine Hanım'ın işaret ettiği, merhamet duygularını artıran Ramazan ayı motifine yaslanmıyor sadece. Caroline Koç'tan ABGS logosunun temsil ettiklerine, Sağlık Bakanlığı'nın Batılı standartta iyi donanımlı ekiplerinden, Kızılay'ın çalışmalarına doğru terkip edilmiş değerleri taşıyor.

Benim tek küçük eleştirim ise şu; yardım gönüllülük esasına dayanır ve tevazu ile taçlanmadıkça şova dönüşür. Yapılan yardımlar çok değerli ve gerekli ama yardım yaptığınız çaresiz çocukların, yaşlıların her birinin eline Türk bayrağı tutuşturmanız bana tevazudan uzak bir tavır gibi geldi. Bu kadar altı çizilerek yapılan bir yardım kalplerde ne etki bırakır hiç emin değilim!

Bunca kalp kazanmışken fazlasına talip olmakla, eski sömürgecilerden ne farkınız kalır?

ZAMAN

YAZIYA YORUM KAT