İmralı, Diyarbakır ve basın: Çatışma gazeteciliği işte budur!
Barış gazeteciliğinin önde gelen isimleri Annabel McGoldrick ve Jake Lynch, çatışmayı sürdürmeyi değil, barışı isteyen ve ona odaklanan gazeteciler için 17 maddelik bir kılavuz yazmışlardı. Doç. Dr. Süleyman İrvan’ın bir makalesinde tamamına yer verdiği bu maddelerden bir bölümünü aşağıda dikkatinize sunacağım. Her bir maddeyi okurken, bir yandan da ülkemizde 30 yıldır süren çatışmada gazetecilerimizin nasıl bir sınav verdiğini gözden geçirin. (Bazı maddelerin sonunda, parantez içinde benim bazı hatırlatma-yorumlarım olacak). Ardından, “Öcalan, İmralı’da şiddete maruz kaldı” iddialarını takip eden tehlikeli tırmanış sırasında gazetelerin ve gazetecilerimizin ne yaptığına ve ne yapmaları gerektiğine bakacağız birlikte.
McGoldrick ve Lynch’in işaret ettiği 17 maddeden bir bölümü şöyle:
1) Bir çatışmayı sadece iki tarafın çatışması gibi göstermekten kaçının. Çünkü, iki tarafın çatışması gibi gösterildiğinde bunun mantıksal sonucu birinin kazanması ve diğerinin kaybetmesidir. Barış yanlısı bir gazetecinin yapması gereken, iki tarafı farklı amaçlar peşinde koşan pek çok küçük gruba ayırarak, yaratıcı çözümlere kapı aralamaktır. (Mesela: PKK ile DTP’nin neredeyse yekpare bir blok oluşturduğu yönündeki haber ve yorumlardan kaçınınız.)
2) “Ben” ve “öteki” gibi keskin ayrımlar yapmaktan kaçının. Böyle yapıldığında, diğer taraf bir “tehdit” ya da “düşman” olarak kurulacak bu da şiddeti haklılaştırmada kullanılacaktır.
3) Çatışma sanki sadece şiddetin meydana geldiği zamanda ve yerde varmış gibi davranmayın. Bunun yerine, çatışmanın başka yerlerde şimdi ve gelecekte insanlar için sonuçlarını ve bağlantıların izlerini sürmeye çalışın. Sonuçtan kimler kazançlı çıkacak, kimler kaybedecektir?
4) Bir şiddet eylemini ya da şiddet politikasını sadece görünür etkileri açısından değerlendirmeyin. (Ceset saymakla yetinmeyin, o cesetler kimleri, nasıl etkiliyor, ona da bakın.)
5) Tarafları, sadece liderlerinin ağzından bildik talepleri ya da pozisyonları içeren açıklamalarla tanımlamaktan kaçının. (Emine Ayna şöyle dedi, şu da şunu dedi ile yetinmeyin, başka, sıradan insanlarla da konuşun.)
6) Şiddetin sorumlusu olarak birisini suçlamaktan kaçının. Bunun yerine, ortak sorunların nasıl hiçbir tarafın arzulamadığı sonuçlara yol açabileceğini görmeye çalışın.
7) Sadece bir tarafın acılarına, korkularına ve üzüntülerine odaklanmayın. Böyle bir odaklanma, tarafları “caniler” ve “kurbanlar” şeklinde ayırır ve çözümün canileri cezalandırmaktan geçtiğini ima eder. Bunun yerine, tüm tarafların acılarının, korkularının ve üzüntülerinin eşit derecede haber değeri taşıdığı bir yaklaşımı benimseyin. (Falkland savaşında Arjantinli ve İngiliz asker annelerine eşit söz hakkı veren ve eleştirildiğinde, “Benim için bir İngiliz askerin annesinin acısıyla bir Arjantinli askerin acısının arasında fark yoktur” diyen BBC genel yayın yönetmeni gibi davranın.)
8) “Saldırgan”, “zalim”, “cani”, “vahşi”, “barbar” gibi şeytanlaştırıcı sıfatlar kullanmaktan kaçının. Bu sıfatlar bir tarafın yaptığını diğer tarafın gözünden betimlemeye yarar. Gazeteci bunları kullandığında taraf haline gelir ve şiddetin tırmanışını haklılaştırmaya yardım etmiş olur.
9) “Terörist”, “aşırı” “fanatik”, “köktendinci” gibi sıfatlar kullanmaktan kaçının. Çünkü, bu sıfatlar daima “biz”im “öteki”lere ilişkin tanımlamalarımızdır. Hiç kimse kendisini tanımlamada bu sıfatları kullanmaz. Dolayısıyla bir gazeteci bu sıfatları kullandığında taraf tutmuş olur. Bu sıfatlar atfedilen kişinin mantıksız hareket ettiğini, dolayısıyla böyle bir kişiyle müzakere yapmanın anlamsız olduğunu ima eder. Bunun yerine, kişilerin kendilerine verdikleri isimleri kullanın ya da betimlemelerinizde daha özenli olun.
10) Sadece bir tarafın yaptığı insan hakları ihlallerine, işlediği suçlara odaklanmayın. Bunun yerine, çatışmada yanlış yapan tüm tarafları haberleştirin, tüm suçlamaları ve iddiaları aynı ciddiyetle değerlendirin.
***
Biliyorum, bunları okuyan bazı meslektaşlarımız “ne diyo ya bu” türünden tepkiler verecek, bazıları da “Sen nerede yaşıyosun be arkadaş” falan diyecek. Desinler. Farkında olmayabilirler ama gazetecilik böyle bir meslek. Evet, bu son cümlede bilerek “barış gazeteciliği” değil de “gazetecilik” dedim. Bence, bunlar yalnız “barış gazetecileri”nin değil bütün gazetecilerin uymaları gereken meslek ilkeleri olarak kabul edilmeli.
“Bana bir ekmek ver, ama Türkçe diyorum!”
İmralı’da cezasını çekmekte olan Abdullah Öcalan’a şiddet uygulandığı ve saçının kazıtıldığı yönündeki iddialardan sonra başta Diyarbakır olmak üzere Güneydoğu’nun tamamına yayılan protesto gösterileri tehlikeli bir noktaya ulaştı. Merkez medya gazeteleri ve televizyonları gösterileri iki gün boyunca, yukarıda özetlenen ilkelerin tam tersi neyi gerektiriyorsa o tarzda yansıttı.
Dikkate değer istisnalar da vardı. Kayda geçirilmezse haksızlık sayılabilecek en iyi örnek Vatan gazetesinden geldi. Mine Şenocaklı, beş gün boyunca “Diyarbakır İzlenimleri”ni yazdı ve mikrofonunu sıradan Diyarbakırlılara tuttu. Çok öğretici, çok çarpıcı cümleler duyduk Diyarbakırlıların ağzından. Bu tanıklıklardan, geçmişin acı tecrübesiyle geleceğe ilişkin umutların birlikte ifade edildiği birini buraya alıyorum:
“Bu topraklarda uzun yıllar insanlara ana dilini yasakladılar. Çok acı çekildi, çok baskı oldu. PKK’nın ilk başlama yıllarında, Kürtçenin yasak olduğu dönemde insanımız fırından ekmek isterken, Kürtçe ‘Jimınra bı nan bıde bı Turki’ derdi. Yani ‘Bana bir ekmek ver, ama Türkçe diyorum!’ Böyle bir yasak olabilir mi? Devlet bizim yaşadığımız acıları anlamalı ve artık samimi davranmalı. Büyük devletse bu devlet, ilk adımı atar. Af çıkarsınlar, dağdakiler insin, ailelerinin yanına dönsün. Meselenin üzerine 30 yıldır topla tüfekle gidiyorlar. Neyi çözebildiler?”
Salı günü Demokratik Toplum Partisi (DTP) Genel Başkanı Ahmet Türk ve DTP milletvekillerinin okuduğu bildiriyle gerilim biraz daha tırmandı. Çarşamba günkü gazetelerin çoğu, Türk’ün “12 Eylül’den sonra Kürtler üzerinde siyasi, sosyal ve kültürel bir soykırım uygulandı” cümlesinin sadece “soykırım” bölümünü başlıklara ve spotlara çekerek, cümlenin tamamını haberlerinin sonlarına saklayarak kötü niyetlerini gösterdiler. Diyarbakır’daki olayları sanki durup dururken çıkmış gibi göstermek, nedenini (Öcalan’a kötü muamele iddiaları) belirtseler de, “öyle olsa bile sizin tepki göstermemeniz gerekir” imasında bulunmak, hikâyeyi sadece “bizim” açımızdan yansıtıp, çatışma gazeteciliği binasına bir tuğla daha koymak değil midir?
Yıldıray Oğur, Öcalan’ı Woodoo bebeğine benzeterek çok şey anlatan mükemmel bir yazı yazdı çarşamba günü. Gerçekten de durum tam dediği gibi: Ona bir iğne batırıldığında, yalnız bir kişi değil, binlerce insan iğne yemiş gibi hissediyor kendisini.
Gazetelerimiz, Ahmet Türk’ün, “Oradaki en ufak onur kırıcı uygulamanın Kürtlerin onur ve iradelerini kırmaya yönelik olduğunu biliyoruz” cümlesine de çok kızdığı anlaşılıyor.
İyi de, bu bir olguysa, Kürtler gerçekten de öyle hissediyorlarsa ne yapacağız?
Son günlerdeki tırmanışın büyümesini gerçekten istemeyen bir gazeteciliğin samimi olduğunu göstermek için, Öcalan’ın bir Woodoo bebeği gibi kullanılmasının önüne geçmek yönünde bir gayret sergilemesi gerekir. Bunun için de Öcalan’ın hükümetin (Adalet Bakanlığı’nın) kontrolündeki bir cezaevine nakledilmesinden başka bir yol görünmüyor.
Bakalım önümüzdeki günlerde bu yönde bir gayret görebilecek miyiz?
TARAF
YAZIYA YORUM KAT