İlk ‘zenci’ Merkez Bankası Başkanı
Bu sabah görevini devreden Durmuş Yılmaz, beş yıl önce Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası Başkanlığı’na getirildi ve Türkiye’nin Beyaz Türklerinin genlerindeki Tanzimatçı kodlar bir kez daha harekete geçti. Bir kez daha ortaya çıktı ki, Türk aydınlarının “laikliği güçlü, demokratlığı zayıf” kesimi, şekli muhtevanın önüne koyan Tanzimatçılıktan bir türlü kurtulamıyor. Bu tarihsel tortu, post-modernliğin “imaj”ı her şeyin üzerine koyan “çağdaş” eğilimlerle birleşince, olanlar oluyor.
Türkiye’nin en “beyaz” genel yayın yönetmeni, evinin kapısının önündeki ayakkabılar nedeniyle yeni Merkez Bankası Başkanı’na dünyayı işte bu eğilimler nedeniyle zindan etmişti. Aslında kendi açısından çok da haksız sayılmazdı. Çünkü Merkez Bankası Başkanlığı, Cumhuriyet elitlerinin gözünde, sembolik önemi çok yüksekte olan bir makamdı.
Göreve başlamasının üzerinden bir yıl geçmemişti ki, genel yayın yönetmeni de dâhil herkes onun başarısını teslim etmek zorunda kaldı. Görevinin ikinci yılında, Yeni Aktüel dergisi için bir Durmuş Yılmaz portresi yazmıştım. Daha sonra Hayy Kitap’tan yayımlanan 40 Benzemez Yüz başlıklı kitabımda da yer alan portreyi, Yılmaz’ın görevi devrettiği bu günlerde yeniden yayımlamayı uygun gördüm... Buyurun...
***
Sizin de vardır öyle çemberleriniz: İçinde hiçbir problem yokmuş gibi yaşadığınız, zaman zaman aklınıza geldikçe rahatsız olduğunuz... Sonra belki yıllarca aklınıza getirmemek üzere kafanızdan kovduğunuz, ama illa ki gelip sizi bulan...
Benim var birkaç tane. Bunların başında, sempatilerimi, siyasi-ideolojik açıdan kendime yakın insanlara yöneltmek gelir. Bazen yıllar boyunca unuturum bunu, her şey normalmiş gibi gelir, sonra bir gün hatırlayıveririm, rahatsız olurum, “neden” diye sorarım kendi kendime. Sanıyorum ortak kötü huylarımızdan biri bu; ama eminim bazılarımız bunu bir “çember” olarak kabul etmez, doğal bir insan hali sayar. Doğrusu, bu tatsız refleksin gücünü sınadıkça bazen bana da öyle geliyor.
Kemal Sayar bir yazısında insanları siyasi, dinî, felsefi inançlarına göre bölüp ittifaklarımızı bu benzerlikler üzerinden oluşturmaya karşı çıkıyor, sonunda da “haram lokma yemeyenler koalisyonu” öneriyordu.
Elbette bugünkü bilincimiz, ruh hallerimiz, hayatı algılamamızla ilgili hakikatlerle birlikte değerlendirildiğinde hayli “naif” bir önerme... Fakat o yazı ve yazının sonundaki müthiş formülasyon benim ezeli “çember”imi öyle bir harekete geçirdi ki, o gün bu gün bir daha kafamdan atamadım onu. Hakikaten: Mesela erdemli bir solcuya, erdemli bir sağcıdansa alçak bir solcuyu tercih ettiren etmenler nelerdir acaba? Neden biri sağcı, öbürü solcu iki erdemli insan bir “koalisyon” kurmaz da her biri gider kendi “alçağını” tercih eder?
“İyi insandır...”
Aynı anlama gelmek ve konuyu yavaş yavaş Durmuş Yılmaz’a getirmek üzere soruyu şöyle de sorabiliriz: Sempatilerimizi neden hayat tarzı bize yakın olan insanlara yöneltiriz? Neden sırf bize benzemiyorlar diye iyi, diğerkâm, vicdanlı, dürüst insanların bu özelliklerini hiç görmeyiz, hayatlarını zehir ederiz de bize benzeyen vicdansız ve sahtekârları tolere etmek için bin dereden su getiririz?
İki yıl kadar önce Merkez Bankası başkanlığına atanan Durmuş Yılmaz’la ilgili olarak akrabalarından, yakın çevresinden, çalışma arkadaşlarından hep aynı şeyi duyduk: Çok iyidir, çok dürüsttür, çok mütevazıdır. Zaten o büyük gerilim içinde, seçilmesinden herkesin memnuniyet duymasından da belliydi bu. Anlatılanlar içinde beni en çok, Yılmaz’ın karakterinin temellerinin nerelerden kaynaklandığını da gösteren yakınlarının sözleri etkilemişti.
Ablası Dulkadir Kil (kardeşinin, annesinin “seni okutamayacağım” sözlerini izleyen kayboluşundan sonra): “Akşama kadar bekledik, kardeşim gelmedi. Akşam hava kararınca annem dışarı çıkarak, ‘Oğlum, hadi gel ortaya çık, seni okutacağım’ diyerek bağırmaya başladı. Durmuş bizim bahçedeki dama gizlenmiş. Annemin, ‘Seni okutacağım’ sözünü duyunca ortaya çıktı. Annem tarlayı sattı, dağlarda odun kesip, sarıp, eşeğe yükler, yayan kasabaya gidip odunları satardı. Kardeşimi bu zor şartlarda okuttu. Kendisi alçakgönüllü bir insan. Kibirli değildir. Geldiği zaman özel yatak yapılmasını istemez. Nerede olursa, orada uyur. Bulunduğu ortama kolay uyum sağlar.”
En hararetli rekabetlerin yaşandığı bankacılık sektöründen onu tanıyanlar bile her şeyden önce “iyi insan”lığını hatırlatıyorlardı ki, bu benim için olağanüstü güzel bir sürpriz olmuştu.
Sonra malum “kapı önündeki ayakkabılar” krizi baş gösterdi. Akşam gazetesi muhabirleri, yeni başkanın “Yenimahalle’deki 30-40 yıllık mütevazı evi”ni uzun uğraşılardan sonra bulmuş, kapıyı tıklatmışlardı. Haberin fotoğrafında, yarı açık kapının önünde Durmuş Yılmaz’ın eşi Duriye Yılmaz görünüyordu. Ne var ki, başörtülü olmasına rağmen (“Duydun mu, yeni Merkez Bankası Başkanı’nın eşi de türbanlıymış!”), asıl ilgi ona değil, kapının önündeki ayakkabılara çevrilmişti. Hürriyet gazetesi genel yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök:
“En tanıdık ama en çarpıcı unsurlar, kapıdaki ayakkabılar. Üçü de erkeklere ait. Üçü de çamurlu. ‘Acaba bu evin kadınları hiç mi dışarı çıkmaz’ diye sordurtan bir görüntü. Evin girişindeki holde yere gazete kâğıtları serilmiş. (...) Acaba köylerden ve varoşlardan gelen bir ‘garibanizm ihtilali mi’ yaşıyoruz. Acaba bu ihtilal ‘Beyaz Türklerin tasfiyesi sürecini mi başlattı?’ Acaba ‘Beyaz Türkler’ tasfiye edilince bu ülke daha mı güzel olacak?”
Özkök, bundan bir süre sonra yazdığı bir yazıda da, gene aynı fotoğrafa gönderme yaparak “Bana imaj önemli değildir demeyin, önemlidir” diyecekti. Fakat ne oldu biliyor musunuz, o “imaj” öylesine öne çıkarıldı ki, Durmuş Yılmaz deyince aklımıza başka bir şey gelmez oldu. Onun iyi insan özellikleri bir anda unutuldu. Özkök’ün Durmuş Yılmaz’ın eşi için yaptığı haksız, kibirli tarif (“kadınlık farkı neredeyse sadece türbana indirgenmiş”), o fotoğraftan sonra Durmuş’un üzerine yapışıverdi: “Evinin kapısının önünde çamurlu erkek ayakkabıları olan Merkez Bankası Başkanı.”
Çok sonra açıkladı, onlar, kendisini tebrike gelen üç öğrencinin ayakkabılarıymış. Bu bilgi, Özkök’ün “bu evin kadınları”na ilişkin sosyolojik tahlilini açık pozisyonda bıraktı ama, bunu kaç kişi duydu acaba?
İlk “zenci” Merkez Bankası Başkanı
Aslında, Türk basınının en “beyaz” gazetecisi pek de haksız sayılmazdı tepkisinde. Gerçekten de “tatsız”dı durum. Merkez Bankası Başkanlığı, Cumhuriyet elitlerinin gözünde, sembolik önemi çok yüksekte olan bir makamdı. Artık yaşınız nereye müsaade ederse, şöyle bir gözünüzün önünden geçirin eski Merkez Bankası başkanlarını, ne demek istediğimi anlayacaksınız.
Sanmayın ki sadece laiklere yaranamadı Durmuş Yılmaz. Hayır, kendisi dindar olsa da, muhafazakâr basının yoğun aleyhte yayını nedeniyle oraya da yaranamamış durumda, orada da “iyi, dürüst, çalışkan insan”lığını hatırlayan kalmadı. Onun da birkaç sebebi var: Her şeyden önce Merkez Bankası’nın bağımsızlığı konusunda “fazla hassas” olması rahatsızlık yaratıyor. Sonra, herkesin görünürde pek hevesli olduğu, fakat aslında istemediği bir hedefe samimiyetle inanıyor: Düşük enflasyon. Belki “dindar fakat laiklerle arasının iyi olması” da (eski Merkez Bankası Başkanı Yaman Törüner) bir etmendir bunda, bilmiyorum.
Adı en son, tutturulamayan enflasyon hedefi nedeniyle gündemde. Hedefte revizyon, bir Merkez Bankası Başkanı için kaçınılmaz olarak itibar kaybı anlamına geliyor; bunu göze alabildi. Ama asıl artı puanı, adını bir mahalleye vermek isteyen Uşaklı hemşerilerine verdiği cevapla kazandı:
“Bunu hak etmek lazım. Oysa ben esas işim olan enflasyon oranını düşüremedim. Olmaz!”
Bir “Haram lokma yememişler koalisyonu” kurulsa, bana da isim sorsalar, Durmuş Yılmaz vereceğim ilk isimler arasında yer alır.
NOT. Geçen yazımda, Ergenekon sanıklarının CHP’den adaylıkları meselesinin “zihniyet”e ilişkin yanını ele almış; bugün de “nasıl olmuş olabilir, kimler araya girmiş olabilir” sorularının cevabını aramak üzere “teşkilat”a ilişkin yanını ele alacağımı söylemiştim. Durmuş Yılmaz portresi nedeniyle bu sözümü cuma günkü yazımda yerine getirebileceğim. Bu gecikme nedeniyle demiri tavında dövme şansımı kaybettiğimi düşünmüyorum. Siz de biliyorsunuz; bu aş daha çok su kaldırır.
TARAF
YAZIYA YORUM KAT