İlk Öğretmenim
Bir kerecik görsem, doya doya öpsem ellerini… Bana okumayı sevdiren kahramanımı.
Kucağına alıp, aheste aheste kitap okuyuşun, daha dün gibi. Kah Şirazi’den, kah
Feqiyé Teyran’dan, kah Ahmedé Xané’den beyitleri, ezber bir şekilde, o gür ama yumuşak, içten üslubunla okumanı ve anlatmanı nasıl unutabilirim ki!
Farsça ve Arapça’dan okuduğun hikayelerle okuma merakımı katladığına, okuma aşkımı körüklediğine eminim.
“Önce latin alfabesi değil” deyip, Arap alfabesi ile Kur’an okumayı sen öğrettin. Günde üç kere –sabah, öğlen, akşam- deyip, her bir okuyuş için verdiğin harçlığın tadına varınca, kaçırmadığımız dersleri, ödüllendirerek, bizlere okumayı nasıl öğrettiğini, şimdinin modern eğitim metotlarının eksikliğini gördüğümde, hayretler içinde kalıyorum.
Sen benim ilk öğretmenimsin…
Toplumsal baskıya aldırmadan, “fenni ilmin” önemini anlatma çabanı ve kız çocuklarının okumasını önemseyip, örneklik yaptığına şahidiz. “Sen hocasın, mollasın, kız çocuğu hiç okutulur mu?” sorusuna verdiğin cevabı unutmak mümkün mü?
O bilgeliğinle; “Eğer ben hocaysam, izimi takip edin ve kız çocuklarınızı okutun, çünkü onların daha çok ihtiyacı var.” diyordun…
Sen benim ilk öğreticimsin…
Gülmenin de ağlamanın da rahatlatan dünyasıyla bizi sen tanıştırdın. Hiç ağlamaz dediğimiz ‘sen’ koca çınar, son yıllarda gözyaşına boğuluyordun.
Adaleti, güzelliği, doğruyu, kararlı olmayı ve her şeyden önemlisi insan olmayı sen öğrettin.
O derin uykunda yanına koşuyorum, sesime ses vermeni umuyorum.
Sen benim kahramanımsın…
Özlü ve kendinden emin, mağlup olmayan üslubunu, matematiksel zekanı, ayaklarını yere sağlam basmanın gerekliliğini senden aldık. Vakarlı dik duruşun, kendine güvenin arkasında, bizlere olan bağlılığın, o dünyan sence bir duruştu sadece.
İçim bir volkan gibi, patlamış yanardağ var içimde bugün.
Sana hasret yüreğim, başım dumanlı sanki, dağlar gibi.
Bir ıssız çölüm şimdi, seni anar dururum.
Bu upuzun yolu aşacak güç diliyorum.
Melisa’yı hatırladım bu gece… O küçücük yüreğiyle, vefat eden babasının ardından döktüğü gözyaşının yanında, bir de feryadını hiç hafızamdan silemiyorum. Birkaç gün sonra gelmeyen babasını sorarken: “Nereye gider ki babam, hiç dönemez? Gücü nasıl yetmez ki dönmeye gelemez? Orası nasıl bir yer ki hiç gelinemiyor?” demişti. Melisa’yı düşündükçe kelimeler boğazıma düğümleniyor. Gözümde herşey anlamını yitirecek gibi.
Aşık Veysel’den deyip, “benim sadık yârim kara topraktır” parçasını senden dinlemiştim ilkin. Artık ne o parçayı ne de “geçti dost kervanı” parçasını sensiz nasıl dinlerim!
Son konuşmamızda (son deyişime gücenme sakın, diyorlar ki, hiç ses vermiyormuşsun) her zamanki gibi siyaseti dilimize dolamıştık yine: “Neden çözümsüz bıraktılar bizleri, genel af söylemi çok yakışırdı oysaki Başbakan’a” deyişin ne kadar umutlandığını, beklentinin büyüklüğünü gösteriyordu aslında. Bu hükümete kırgın olduğunu söylüyordun. “çok umutluydum çok” deyişini kimlere duyursam şimdi.
Senin bütün acıların dinsin diye, dertlerini ver baba, ver de gözlerinden yaş akmasın.
Hasta yatağından hiç kimseye cevap vermiyormuşsun, ama Allah’ın kelamını hiç dilinden düşürmüyormuşsun. Öylece, dilin sadece Kur’an’ın kelamını terennüm ediyormuş. Kur’an hafızı olmakla, yine ezberinle fark atıyorsun bizlere. “Ben yalnız değilim, Allah’ın kelamı benimle” diyorsun yani.
Gözlerim ıslak, ellerim duada hep.
Rabbim Sen Şafi’sin…
Rabbim Sen gücü herşeye yetensin…
Babamı sana emanet ediyorum. Zira Sen emaneti en iyi koruyan ve gözetensin.
YAZIYA YORUM KAT