1. YAZARLAR

  2. SİNAN ÖN

  3. İlişkilerimizde meşruiyet krizi
SİNAN ÖN

SİNAN ÖN

Yazarın Tüm Yazıları >

İlişkilerimizde meşruiyet krizi

06 Şubat 2021 Cumartesi 19:58A+A-

İnsan, ilişkileri ile anlam bulan bir varlıktır. Modern dünyada ilişkileri beşeri anlayışlar belirlese de, Müslümanlar “oku” emriyle başlayan, Medine sözleşmesiyle zirve yapan, Veda hutbesiyle nihayete eren bir ilkesel bütünlüğü referans alırlar.

“Rabbinin adıyla oku!” hitabıyla başlayan; Kur’an mucizesi bizim düşünce sınırlarımızı zorlar. İhtiyacımız olan gerçek toplumsallığın, insani ilişkilerin ve alçaktan yukarı yücelmenin zeminini inşa eder. “Oku” emri yaratıcı mahiyette Hz. Peygamber'i okur yaparken; yaratan, terbiye eden Allah'ı tanımak ve ismiyle başlamak vazifesini hatırlatır. Öncesinde "Kitap nedir iman nedir bilmez"ken; yaratılışın sahibi olan Rabb'in seni kudretiyle okur yaptı, okunacak bir kitap indirmeğe başladı.  Sende öğretildiği gibi “Kovulmuş şeytanın şerrinden Allah'a sığın." Seni ve her şeyi yaratan Rabb'inin ismiyle oku!

Bu yüzden “İkra”  düz bir okuma değil; okumayı, anlamayı, anlatmayı ve tebliğ etmeyi de kapsayan bir hitaptır. Allah, insanın hem bireyselliğine hem de toplumsallığına vurgu yaparak ilk inen ayetlerde insanı tanıtır ve insan ilişkilerini anlatır. Çünkü “O, insanı bir “alak”tan yaratmıştır.” Bunu bilmeyen insan toplumdışıdır. İnsan olmanın bilincinde değildir. Sorumluluk almayan, aklını amacına uygun kullanmayan ve insana değer vermeyen kimseler önce kendilerine sonra tüm insanlığa ihanet etmektedirler.

Daha net bir ifadeyle “Kendini kendine yeterli görerek azmış” ve müstağnileşmişler; kendilerini ayrık görüp, hiç kimseye ihtiyaçları olmadığını zannetmektedirler. Oysa insanı ve insan ilişkilerini yaratan Allah’ın bizi muhatap alarak başıboş bırakmadığını ve bir Sünnetullah oluşturduğunu görmemiz gerekiyor. Çünkü insan öteki insanla, tabiatla ve Yaratıcısıyla ilişkilerinden bağımsız/müstağni değildir. Bununla birlikte modern dünyanın seküler insanı Allah’ı devre dışı bırakmak istediği için ilişkilerinde sürekli tökezlemekte, bir ayağı aksak kalmaktadır.

Örneğin; seküler insanın beşeri hukuku, modern insanın doğuştan belirlenen hak ve özgürlüklere sahip olduğu iddiasındadır. Bununla birlikte, doğumla başlatılan bu hak ve özgürlük anlayışı, seküler insana ana rahmindeki bebekleri “yasal” olarak öldürebilme zemini hazırlayabiliyor. Arjantin Senetosu’nun aldığı “14 haftalık bebeklere kürtaj yapılabilir” kararını coşkuyla karşılayan “özgür kadınların” çığlıklarıyla gündemimize düşen bu “hâk” ne yazık ki; Portekiz’de 16, İspanya’da 22, İngiltere’de 24 hafta ile yasal olarak uygulanıyor. Bunun ne anlama geldiğini, anne fıtratını kaybetmemiş insanların daha iyi anlayabileceğini ifade edelim.

Fıtrat dini İslam ise insanların haklarını “ana rahmine düştüğü” zamanla birlikte başlatır. Bu yüzden emanete sahip çıkmak isteyen insanlar, yürürlükteki hukukun üstünde ve ötesinde; egemenlerin değil, tek egemenin rızasına uygun; değişmez, mutlak, genel geçerliliği olmayan bir adaletin peşinde koşarlar.

Bunun yolu ise; ne Rousseau’nun uygarlık öncesi ilkel insanına dönüşle; ne Hobbes’in “insan insanın kurdu”dur, anlayışından sebep, insanı kontrol altına alacak iktidarla; ne de Marx’ın ekonomik belirlenimciliğinden doğan sebep-sonuç ilişkilerinde değil; ifrat ve tefritten uzak vasat yani dengeli yolu tercih etmekle mümkündür. Daha net bir ifadeyle,  “İyiliği emredip kötülükten men eden” İslam ile mümkündür.

Çünkü ancak İslam; güçlü-güçsüz her insandan öteki insana, eşyaya adil davranma ve gerçek manada kulluk yapılmaya layık tek ilah olan Allah’a iman etme vecibesi olarak görür adaleti. Ve ancak İslam; insanlık değerinde,  insanlık onurunda, insan haklarında mutlak eşitliği; hiç kimseye dil, din, cins, ırk farkı gözetmeksizin emeklerin karşılığı olan ücret ya da ödül ile eylemlerinin karşılığı olan beraat ya da cezanın verilmesini; kamu görevlerinin dağıtılmasında ehliyet ve liyakatlerine göre davranılmasını mümkün kılıyor. Gerisi ise adalet değil, zulüm oluyor.

Modern insan fıtrata uygun hak ve adalet anlayışını terk etti. Dogmaların ipoteği altına kalarak sadece akılla yetindi. Vahyin yol göstericiliğini yok saydı. Bunu da özgürlük adına yaptı. Oysa hakkın, adaletin ve özgürlüğün bahşedenini devre dışı bırakmak zulümden başka hiçbir sonuç doğurmadı. Böylece, hukukun insanlar için var olduğu unutuldu ve insanların hukuk için yaratıldığı zannedildi.  Ancak “Limandaki gemiler güven içinde olsalar da; gemiler limanlar için yapılmamışlardı.” Bu yüzden adaletin bir özlemi aşıp, yaşana bir olguya dönüşmesi için erdemli insanların daha fazla mücadele etmesi gerekiyor.

Çünkü Müslümanların istisnasız görevi, adaletin ne olduğunu bilmek, her zaman adaleti savunmak, yeryüzünde adalet için çalışmaktır. Bununla birlikte adalet, sorumluluğun en alt basamağıdır. “Birr” ve” ihsan” sıfatları ise kâmil anlamda takvanın alanına ulaşabilmenin nitelikleridir. Onurlu yaşamak, kimseye zarar vermemek, herkese kendine ait olanı vermek, hakka saygı duymak, kusurlu kimsenin sorumluluğu üstlenmesi, ahde vefa göstermek insan olduğunun farkında olan herkesin vazifesidir. Bunun üzerine koyarak “kendinden fedakârlık yapmak” ise Allah’tan en çok korkan ve sakınanların yoludur.

Tüm bu anlatılanların yanında “insan özgürdür” ve “dileyen iman eder dileyen inkâr!” Modern insan özgürlüğü, “kendisi için en uygun olanı seçebilme özgürlüğü” olarak gördü. Seçenekler arttıkça özgürleşecek ve daha yetkin bir insan olacaktı. Oysa özgürlük, izzet ve kudreti Allah’ın ve Allah’ın mazlum kullarının yanında arama keyfiyeti; isyandan, içi boş feverandan uzak bir duruş sergileyebilmekti.

Kalem Suresinin 17 ile 40. ayetleri arasında, hepimizin malumu “Bahçe sahipleri” kıssasından bahsedilir. Kıssada yoksulun hakkı Allah’a ait bir pay olup, adalet o payı yoksula vermektir. Bahçe sahipleri bu hakkı verip vermeme özgürlüğüne sahiptir. Yapacakları doğru seçimle gerçek özgürlüğe kavuşmuş olacaklardı, yapmadılar ve pişman oldular! Hâlbuki özgürlük, sonunda pişmanlık olmayan seçeneği işaretleyebilmektir.

“Neyiniz var, nasıl hüküm veriyorsunuz? Yoksa size ait bir kitap var da ondan mı okuyorsunuz? O kitapta, "Beğendiğiniz her şey sizindir" diye mi yazılı? Yoksa "Ne hükmederseniz mutlaka sizindir" mi deniyor?

Rahmetli Mevdudi; “Gelin bu dünyayı değiştirelim” adlı eserinde; ruhani ya da dünyevi kişilere değil “Yasa’ya tabii olursak, kişilerin ya da toplumların tahakkümünden kurtulabileceğimizi söylüyor. İşte Müslümanlar için hem dünyada hem de ahiretteki kurtuluşun meşru reçetesi bu “Yasa”dır. Başka bir ifadeyle bize nefes alabilme nimetini bahşedenin rızasıdır. Egemenlerin politik düzenlerini onaylatmak için kullandıkları meşrulaştırma yolları değil.

Bu yüzden bir icraatın yürürlükteki hukuk kurallarına uygun olması, o işin meşru olduğunu değil kanuni olduğu gösterir. Oysa Alev Alatlı’nın dediği gibi; “Her yasal olan şey helal değildir!” Milli Piyangonun yasal olması onu helal yapmadığı gibi!

Geçmişten gelen ancak bugün unutulmaya yüz tutmuş hasletlerimizden birisi, hangi konuda olursa olsun, bir söylemin“ Bunun meşruiyeti kitapla sabittir” ifadesiyle karşılık bulmasıydı. “Yoksa size ait bir kitabınız var da ondan mı hükmediyorsunuz?” ilahi sorusu bu meşruiyetin kaynağını sorgulayan ilahi bir buyruktur. Bu aslında Kur’an’ın birçok yerinde örneklemeler yoluyla ilkeler belirleyip insanoğluna gerçek değerini veren ve onurlu bir toplum yapısı oluşturmamızı bekleyen Allah’ın merhametini gösteriyordu.

Ancak bugün, Allah tarafından insana bahşedilen “hak ve özgürlüklerin gaspı” ile Allah tarafından insana verilen “adaleti sağlama görevinin” hakkıyla yerine getirilememesi olgularına muhatabız. Çünkü başkası, tabiat ve Allah ile olan ilişkilerimizi doğru bir temelde inşaa edemiyoruz. Bunun birincil nedeni vahye yabancılaşmadır. Buradan çıkış yolumuz ise; kavramlarımızı aslına irca ettirerek, hukukumuz ve dolayısıyla insani ilişkilerimizde meşruiyet krizini aşmamızla mümkün olacaktır, diye umuyoruz. Allah bu yolda çaba gösterenlerin yardımcısıdır…

YAZIYA YORUM KAT

5 Yorum