İletişim Çağı’nın yalnız insanları
Bugün insanların büyük bir arzuyla görünmek, fark edilmek istemelerinin kökeninde aslında korkunç bir yalnızlık mı yatıyor? Dijital devrimle birlikte bu denli gelişen iletişim imkânlarına rağmen insan kendini gün geçtikçe niçin daha çok sahipsiz ve ıssız hissediyor?
Kendi içinde ciddi paradokslar barındırsa da bu sorular uzun zamandır benim de zihnimi kurcalıyor. Düşünebiliyor musunuz; varolmak artık sosyal medyada görünmeye indirgenmiş durumda. İnsanlar, özellikle de yeni nesil takip edilebildiği, beğenildiği veya sosyal medyada görünebildiği kadar kendini gerçek hissediyor. Güzel bir şeyle karşılaştığımızda ondan ilham almak, kalbimizi o güzellikle doldurmak yerine onu nasıl fotoğraflaştırıp paylaşabilirim duygusunu yaşıyoruz. Poz vermek gerçeğin önüne geçerken geçmişte dünyayı, tabiatı aracısız görebilen insan artık hep bir ekrana, aracıya ihtiyaç duyuyor.
İletişim araçları enteresan bir şekilde her geçen gün hayatla aramızı açıyor ve gelişen reklam teknikleriyle birlikte ihtiraslar ihtiyaçların yerini alıyor. İhtiyaç duyduğumuz veya ihtiyaç sandığımız birçok şey aslında ihtiraslarımızdan oluşuyor. İnsan bir taraftan kendi elleriyle ürettiği teknolojik araçlar, özellikle de akıllı telefonlar aracılığıyla bir bağımlı haline gelirken tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar özel hayatlarımız rahat bir şekilde takip edilebiliyor. Hem de bu denli kişisel özgürlük ve haklardan bahsedildiği bir dönemde…
Şimdi meseleyi en temelden alarak yazının girişinde sorduğumuz sorular üzerine biraz kafa yoralım. Hayat aslında üzerinde düşünülüp anlamı keşfedildikçe değerlenir. Çünkü anlam varlığın ruhudur ve anlamsız bir insan ıssızlaşırken anlamın terk ettiği bir dünya da çöle döner. İnsan nasıl sadece kan ve etten ibaret değilse varlık da görünenden, ölçüp biçilenden ibaret değildir. Bu nedenle Sokrat bir gün Atina sokaklarında gezerken öğrencisine, “Üzerinde düşünülmeyen hayat yaşanmaya değmez.” der. Öğrencisi de Sokrat’a, “Yaşanılmayan hayat üzerinde düşünülmeye değmez.” diyerek cevap verir.
Ayrıca varlık asla tek boyutlu değil çok boyutludur. Varlığa tek boyutlu bakmak insanı ruh ve zihin anlamında fakirleştirir. Dünyaya oldukça sığ ve yüzeysel bakmaya başlayan insan varoluşunun anlamını da bugün olduğu gibi haza ve hıza indirger. Eğer böyle olursa haz her zaman daha fazla haza, hız da daha fazla hıza sebep olur. Böylece insan haz ve hızın sınırsız boşluğunda kaybolup gider. Oysa anlamın şifrelerini çözmeye başladığı andan itibaren insanın içine koca bir âlem sığar. Anlama yoğunlaşmayan, böyle bir derdi olmayan insan ise dünyalara, âlemlere sığamaz. Çünkü insan olma şeref ve haysiyeti ancak hayatın anlamı üzerine düşünme ve buna göre bir hayat inşa etmekle kazanılır.
İnsanın anlamdan uzaklaşması nasıl bir kör zindansa, varlık hiyerarşisindeki yerini kaybetmesi de bir başka faciadır. Klasik dönemde varlığın merkezinde Tanrı vardı ve insan sadece varlığın bir parçasıydı. Modern dönemle birlikte varlığın merkezine insan oturtuldu ve her şeyin ölçüsü artık insan oldu. Nasıl bir elbiseyi giyerken ilk düğmeyi yanlış iliklersek ve diğer düğmeleri doğru ilikleme imkânımız kalmazsa insan da varlık hiyerarşisindeki yerini doğru tespit edemezse kendini asla olması gerektiği gibi konumlandıramaz. Kendini doğru yerde konumlandıramayan, sınırlarını fark edemeyen insan da büyük bir kıtlık yaşamaya başlar. Tıpkı R. D. Laing’in “Yaşantının Politikası” isimli kitabında ifade ettiği gibi: “Bir zaman gelecek insanlar büyük bir kıtlık yaşayacaklar. Bu kıtlık ne yiyecek ne de içecek kıtlığı olacaktır. Bu kıtlık Tanrı’nın sözlerini duyamama kıtlığıdır.” Çünkü insan varlık hiyerarşisini doğru konumlandıramaz, asıl merkezde olanın kim olduğunu fark edemezse O’nu ve O’nun peygamberleri vasıtasıyla insanlara gönderdiği sözlerini duyamaz. Biz yeryüzünün efendileri değil; ayette buyrulduğu gibi sadece bu âlemin eşrefi mahlukat olan emanetçileriyiz. Tevhidi, iyiliği, güzelliği, huzuru, kardeşliği, adaleti, şerefi, merhameti yaymakla yükümlü emanetçiler…
Anlamdan yoksunluk, varlığın tek, görünen boyuta indirgenmesi ve varlık hiyerarşisindeki yerimizi yanlış konumlandırma gibi modern dönem hastalıklarından sonra asıl konumuza, teknoloji ve iletişim çağında insanın niçin bu denli yalnızlaştığı meselesine gelebiliriz. Araç eğer ancak bir inançtan, metafizik temelleri olan soylu bir fikirden besleniyorsa iyi bir amaca hizmet edebilir. Bunlardan yoksun olan araç ise zamanla amaç haline gelir. İnsan artık kendi elleriyle icat ettiği teknolojinin, aracın kölesi olur. Örneğin sabah kalktığında ilk iş olarak kendini akıllı telefona bakmak zorunda hisseder, whatsapp veya instagram çöktüğü zaman onun için hayat durur, içini büyük bir boşluk hissi kaplar, yalnızlığı artar. Hızlı giden atlıları “o kadar hızlı gidiyorsunuz ki ruhlarınız geride kaldı” diye uyaran kızıl dereli bugünleri görseydi belki de “amacı o kadar geride bıraktınız ki araç aldı başını gitti” diyecekti. Bugün biz de teknolojiyle kurduğumuz ilişkide nasıl sorusuna o kadar yoğunlaştık ki ne yazık ki niçin sorusunu adeta unuttuk. Bizi bu yalnızlıktan, ruhsuzluktan, bağımlılıktan çıkaracak olan ise öncelikle niçin sorusunu sormakla; teknolojiyi, iletişim araçlarını bir amaç, bir ideal, bir anlam için kullanmakla başlayacaktır.
YAZIYA YORUM KAT