İkinci Trump başkanlığı Körfez için ne anlama geliyor?
Gazeteci Feyza Gümüşlüoğlu, ABD Başkanlığı koltuğuna ikinci kez oturan Donald Trump’ın Körfez ülkelerinde pozitif algılandığını belirtirken, diplomatik ve siyasi açıdan Trump’ın Körfez karnesini inceledi.
Feyza Gümüşoğlu / Fokus Plus
İkinci Trump başkanlığı Körfez için ne anlama geliyor?
Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Trump’ın Beyaz Saray'a dönüşünü bölgesel hedeflerini gerçekleştirmek için bir fırsat olarak mı görüyor?
Körfez ülkelerinin borsaları, ABD’de 5 Kasım Salı günü yapılan başkanlık seçimlerinin Trump’ın zaferiyle sonuçlanmasıyla yükseldi. Bu durum, ikinci Trump döneminin olumlu algılandığına dair somut bir ipucu verdi.
Piyasalar Trump başkanlığını ‘pozitif’ karşılarken, Körfez ülkelerinin liderleri de başkanlığı netleştikten hemen sonra Trump’ı kutlamakta gecikmedi.
Suudi Arabistan’ın Veliaht Prensi Muhammed bin Selman (MBS) Trump’la tebrik mahiyetinde telefon görüşmesi yapan ilk liderlerden biri oldu. MBS’nin, Cemal Kaşıkçı cinayeti sonrası soğuk rüzgarların estiği bir dönemde kendisine sırtını dönmeyen Trump ile güçlü bir ilişkisi var.
Harris’in ise, her ne kadar kısa süreli seçim kampanyasında kendisini ayrıştırmak için çabalasa da yardımcısı olduğu ve kazandığı takdirde pek çok açıdan benzer bir çizgide ilerleyeceğinin düşünüldüğü Biden'ın ise Körfez liderleriyle çok daha sorunlu bir geçmişi bulunuyor.
Biden, başkanlık için kampanya yürüttüğü dönemde Suudi muhalif gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın canice öldürülmesinden MBS’yi sorumlu tutmuş ve Suudi Arabistan’ı “parya” olarak nitelendirmişti.
Birkaç yıl sonra Başkan sıfatıyla Biden, ülkesindeki yüksek benzin fiyatlarını düşürme umuduyla daha fazla petrol pompalaması için anlaşmaya çalıştığı Suudi Arabistan’daki ‘zoraki’ görüşmesinde Veliaht Prens’le tuhaf bir yumruk selamıyla fotoğraf vermişti.
Trump’ın 2016 seçimlerinde başkan seçildikten sonra ilk resmi yurt dışı gezisini Mayıs 2017’de Suudi Arabistan’ın başkenti Riyad’a yaptığını hatırlatalım.
5 Kasım 2024 seçimlerinden yaklaşık iki hafta önce Trump, Suudi Arabistan’ın Al Arabiya televizyonuna özel bir röportaj verdi ve Veliaht Prens için övgü dolu sözler sarfederek kendisini “vizyoner” ve “dost” olarak nitelendirdi.
Trump'ın rakibi, Başkan Yardımcısı Kamala Harris’in kısa süren kampanyası boyunca Arapça yayın yapan herhangi bir medya kuruluşuna röportaj vermediğini not edelim.
Suudi Dışişleri Bakanı Prens Faysal bin Ferhan da 5 Kasım’a kısa bir süre kala Riyad’da, “Çöldeki Davos” olarak adlandırılan yıllık yatırım forumu esnasında CNN'e verdiği demeçte, “Açıkçası Başkan Trump ile daha önce çalıştık, bu yüzden onu tanıyoruz ve onunla çok iyi çalışmanın bir yolunu bulabiliriz” demişti.
Trump ilk dönem başkanlığı sırasında Körfez liderleriyle -bilhassa MBS- güçlü kişisel ilişkiler geliştirdi, ülkelerine güçlü savunma desteği sundu ve insan hakları konusundaki sicillerini eleştirmekten kaçındı. İkinci döneminde Trump’tan beklentiler muhtemelen bu kişisel ilişkilerin korunarak güçlendirilmesinin yanı sıra Orta Doğu'daki yıkıcı savaşın sona erdirilmesi ve sağlam güvenlik garantileri etrafında şekillenecek.
Trump’ın ilk dönemi
Körfez’in ABD’de Demokratlar ve Cumhuriyetçiler -veya Harris ve Trump arasından net ve açık bir tercihi olduğunu iddia etmek elbette spekülasyon olur ancak pek çok açıdan Trump başkanlığının kendileri için daha avantajlı olacağını öngördüklerini iddia etmek de yanlış olmaz.
Trump, ilk dönem başkanlığı süresince insan hakları konusunda MBS’yi açıkça eleştirmekten kaçındı. Bu durum, güçlü savunma desteği ve ABD’nin krallığın uzun süredir bölgesel rakibi olan İran'a karşı daha agresif bir duruş sergilemesiyle Suud-ABD ilişkilerinin güçlenmesinin önünü açtı.
Trump, 2017 yılında başlayan ve Suudi Arabistan’ın başını çektiği Katar ablukasının da önemli bir destekçisi olarak görülüyordu.
Elbette Trump’ın ilk başkanlık dönemiyle bugün arasında bölgesel açıdan bazı önemli farklılıklar bulunuyor.
Körfez ülkeleri, Trump’ın ilk başkanlık döneminden farklı olarak İran’la ilişkilerinde büyük ölçüde yeni bir sayfa açtı.
Suudi Arabistan'ın yıllarca süren gerginliğin ardından 2023'te Tahran'la diplomatik bağlarını yeniden kurması, iki ezeli hasım arasındaki gerilimin nispeten azalmasına öncülük etti.
Bu durum, ikinci Trump başkanlığı döneminde Körfez ülkeleri için bir parça endişe kaynağı olabilir, zira Katar’a uygulanan üç buçuk senelik abluka döneminde sunulan gerekçelerden biri de Doha’nın Tahran’la olan yakın ilişkileriydi. O dönem gerek abluka uygulayan Körfez ülkeleri gerekse ablukaya yeşil ışık yaktığı varsayılan Trump açısından “Katar’ı cezalandırmak” için önemli bir sebep olarak görülen şey, bugün yeni şartlar altında geçerliliğini yitirmiş görünüyor.
Bu bakımdan Trump'ın ilk başkanlık döneminde uyguladığı politikalar -ki bunlar arasında en önemlileri İran'a maksimum baskı ve İsrail’le normalleşme- bölgede Suud ve BAE politikalarıyla bugünkü şartlara kıyasla daha uyumluydu denebilir. İlk dönemde İran başta olmak üzere kilit konularda tam bir uyum söz konusuydu, bugün aynı uyumdan şu an için söz etmek zor veya bunun için erken, zira şartlar aradan geçen dört senede epey değişmiş durumda.
Körfez ülkeleri İran'la soğuk ve mesafeli de olsa, ihtiyaç halinde en azından konuşabilecekleri ve gerilimi azaltabilecekleri bir ilişki içinde ve bu durumun kendilerine İran’ı marjinalize etmeye ve düşmanlaştırmaya kıyasla daha fazla getirisi olduğu aşikar. Bilhassa 7 Ekim sonrası oluşan tabloda İran’la iletişim kanallarının öyle veya böyle açık olmasının önemi daha da anlaşılmış oldu.
İsrail’le normalleşme
Trump'ın ilk dönem başkanlığına damga vuran en önemli ‘imza’ gelişmelerden biri hiç şüphesiz İbrahim Anlaşmaları idi. Körfez’den BAE ve Bahreyn, o dönem İsrail’le diplomatik ilişkilerini normalleştirme kararı aldı.
Trump sonrası başkanlık koltuğuna oturan demokrat Biden, Tel Aviv ile Riyad arasında diplomatik ilişkilerin tesisiyle bu normalleşme politikasını sürdürmek ve hatta taçlandırmak için büyük çaba sarf etti ancak İsrail'in 7 Ekim sonrası Gazze'ye yönelik saldırılarının giderek artması, planları suya düşürdü. İsrail’in artan saldırganlığı ve katliamları, bölgede daha önce normalleşmiş ülkeleri dahi rahatsız edecek bir seviyeye gelirken, Riyad'ın bağımsız bir Filistin devletinin kurulması garanti edilmeden İsrail’le hiçbir şekilde normalleşmeyeceği yönündeki ısrarı daha da net bir kırmızı çizgi haline geldi.
Biden, İsrail Başbakanı Netanyahu'ya Gazze konusunda koşulsuz siyasi ve askeri destek vermiş, kalıcı bir ateşkese varılması için kendisine anlamlı bir baskı uygulamayı reddetmişken, Körfez liderlerinin Trump'ı kendi pozisyonlarına daha yakın bir noktaya getirmek için ikna etmeye çalışması olası. Bu noktada özellikle Trump’ın “Biden başaramadı ama ben başardım” diyeceği en kilit konulardan biri Riyad-Tel Aviv normalleşmesi ve bunun olabilmesi için Gazze’de bir şekilde ateşkes sağlanması gerekiyor. Şayet bu olursa Suud-İsrail normalleşmesi yeniden gündeme gelecektir. Yeni Trump yönetimi, ABD ile güçlendirilmiş bir savunma anlaşması ve Suud’un sivil nükleer programına Amerikan desteği karşılığında uzun zamandır beklenen bu normalleşme planını yeniden canlandırmaya çalışabilir. Bu noktada Trump’ın Gazze’deki savaşı bitirip Körfez’deki müttefiklerine de rahat bir nefes aldırmak ve önüne bakmak ancak bunu yaparken aynı zamanda İsrail’in menfaatlerini de riske atmamak gibi zorlu bir misyonu bulunuyor.
Katar ayrışır mı?
Körfez İşbirliği Konseyi ülkelerinin çoğu dış politika söz konusu olduğunda büyük ölçüde birbirine yakın ve uyumlu bir tutum sergilerken, Katar bazı açılardan istisna tutulabilir.
Trump'ın Beyaz Saray'a geri dönmesi konusunda Katar’ın Suud ve BAE kadar memnun olmadığını varsaymak için çeşitli sebepler sayılabilir.
Doha'nın dış politikası birçok konuda Körfez'deki komşularından farklı oldu, bu da zaman zaman gerginliklere ve diplomatik krizlere yol açtı. Bu krizlerin en uç noktası, 2017’de Suudi Arabistan öncülüğünde Katar’a uygulanan abluka oldu ki bunun Trump'ın ilk başkanlık döneminde başladığını bir kez daha hatırlatmakta fayda var.
Filistin konusu ile bağlantılı olarak Suudi Arabistan ve BAE ile Katar’ın Hamas’a yönelik yaklaşımlarının tamamen zıt olduğu biliniyor. Hamas’ın -Tahran’da bir suikast sonucu öldürülen İsmail Heniyye başta olmak üzere- liderlik kadrosundaki üyelerinin uzun yıllardır Katar’da yaşıyor olması ve gruba verilen siyasi-finansal destek ülkeyi bilhassa 7 Ekim sonrası daha zor bir duruma da soktu. Bu noktada Doha’nın Hamas’a yönelik politikasını son dönemde uluslararası baskı başta olmak üzere çeşitli sebeplerle gözden geçirdiği konuşulsa da Trump döneminde bu başlık yeniden gündeme gelebilir. Trump'ın zaferi Katar'ın Hamas’a olan desteğini -artık ne kadar kaldıysa- tamamen çekmesi üzerinde daha büyük bir baskı yaratabilir.
Körfez ülkeleri açısından Trump veya Harris’ten hangisinin daha iyi olacağına dair çok net bir tercih yapmak zor, zira iki aday da potansiyel avantajlar ve dezavantajlar sunuyordu. Kesin olan şu ki, Körfez ülkelerinin Washington ile ilişkilerinin her iki senaryoda da ciddi bir sınamaya maruz kalması zordu, zira altı ülkenin de ABD ile uzun yıllardır devam eden ortaklıkları, tarafların çıkarları öyle gerektirdiği için kaçınılmaz olarak her şekilde devam edecek. Kuvvetle muhtemel pekişen kişisel ilişkiler ve yeni anlaşmalarla…
HABERE YORUM KAT