İki Şehir Arasında; Gerçeklik
“Yazmam gereken çok şey var” diye düşünerek iç geçiriyorum her seferinde. Hayata dair, hukuka, siyasete, ahlaka dair... Ne var ki, gündemin bu kadar hızlı ve çabuk değiştiği bir coğrafyada zihnimin bir konu üzerinde sağlam bir soruşturma yürütmesi neredeyse imkansız. Yine de ben kamuoyunun temas etmediği alanlar üzerinden, hiç değinilmeyen konulara eğilme ihtiyacı hissediyorum. Sonra gerçek ile ilgili beni sorular sormaya iten bir yazıda şu ifadeler dikkatimi çekiyor: “Gerçeklik gerçekliktir. Onu zaten değiştiremezsiniz. Önemli olan sizin gerçeklikle kurduğunuz ilişkidir.” Bunun üzerine bir hikaye kurguluyorum hemen. Hikaye şöyle başlıyor:
Hafızasını yitiriyor bir eylül sabahı içinde yaşadığımız şehir. Nedendir bilinmez, belki ağaçların yaprakları olması gereken gibi olmadığı için, belki de ağaçlar yapraklarından önce yitip gittiği için... Uyandığı sabahın yozlaşmışlığı ürkütmüştür belki şehri, belki de yitik ruhların yitik bedenlere bürünmesine şaşmıştır... Çünkü Şehir’in içinde şehir vardır ve gerçek şehrin tam bağrına belki de sırtına kurulmuştur (oturmuştur) bu yenisi. “Şehir”; şehri içinde değil sırtında bir kambur gibi taşımaktadır, mendil satan çocuklara uzaktır, denize nazırdır manzarası, içinde havuzları olan yapay cennettir her bir ev, kaleleri vardır bir de göklere uzanan... Bu nevzuhur şehrin sakinleri “yolsuz” değillerdir çünkü yolları yeni yapılmıştır!! Bizlerin girmesi yasaktır, yalnız çöplerini ve pisliklerini temizlemek için girebilir içimizden kimileri... Bizim mahallenin yoksul insanları, onların şehirlerde rahatça gezip dolaşmalarına bakıp aldanır dururlar. İlahi bir ses, yeni şehrin insanlarının ve bu insanlara benzeyen tüm kalplerin dışarıdan bir bütün gibi gözükmesine rağmen paramparça olduğunu fısıldar bizlere. Bu yüzden biliriz ki, emektar bir adamın ellerindeki bir tek çizgiden ya da tapusuz olduğu için evi yıkılan çocuğun gözyaşlarından daha değerli değildir, içinde yaşadıkları koca şehirleri. Ve de yaşanmışlıkların emeklerin, alın terinin ve ekinin üzerine inşa ettikleri bu mekanları...
Hikayemizin gelişme bölümünde, o sabah bir 4x4 jeep yolu kısaltmak amacıyla bizim mahalleden geçmek zorunda kalır. Oysa ten uyuşmazlığı vardır bu yüksek duvarların kuşattığı şehrin insanları ile bizim mahalleli arasında. Tenlerimiz uyuşmaz, çünkü bizim derimiz güneşten kavrulmuş ve siyah, onlarınki her ne kadar bronzlaşmaya çalışsalar da beyazdır... İşte bu esnada beyaz adamın çocukları lüks otomobilin siyah camlarından dışarıyı seyretmektedir. Araba kırmızı ışıklarda durmak zorunda kalınca, içeriden merakla dışarıya bakan Berk Can isimli çocuk, bizim Ahmed Amca’nın haylaz oğlu Ali’yi görür, merakla onu inceler. Ali on iki yaşlarında, kara kuru, zayıfça bir çocuktur ve o sırada “Kur’an’dan” gelmekte olup, elinde tuttuğu bir kağıda bakarak sürekli bir şeyleri tekrarlamaktadır “ O ki mal yığdı, onu saydı durdu, malının kendisini ebedi yaşatacağını sanır.” Işıklarda duran siyah otomobilin ise pek bir acelesi vardır, oysa trafik bir türlü hareketlenmez. Otomobildeki adam sinirle direksiyona vururken, adaba ve edebe aykırı sözler sarf eder, arka koltukta oturan diğer çocuk Tunç kıkırdar, Berk Can ise hala merakla yolun karşısında duran Ali’ye bakmaktadır. Ali, elindeki kağıtta yazılanları okumakta ve ayeti ezberlemeye çalışmaktadır. O sırada arkadaşı Ömer, Ali’ye yaklaşır ve merakla sorar: “Ne ödev verdi hoca sana?” Ali elindeki kağıdı gösterir, “işte bu ayeti ezberleyeceğim.” Ömer ayeti okur ve kafasını kaşıyarak “Neden bu ayet?” Haylaz Ali’nin yanakları kızarır; ‘Çünkü ben büyüyünce ne yapıp ne edip yeni şehirde oturacağım ve siyah Porsche araba alıp herkese hava atacağım’ diyordum Yusuf’a. Bunu duyunca Salih Hoca dedi ki; ‘Müslümanlar lüksten kaçınırlar, Allah’a karşı gelenler ise parayı amaç edinirler ve zevk sefaya dalarak ahireti unuturlar. Oysa bizler mal, mülk sahibi olsak dahi, zekat ve infakla diğer insanların ihtiyaçlarını gidermeye çalışmalıyız. Müslümanlar çok çalışmalıdır ama bunu kimseye muhtaç olmamak ve Allah rızasını kazanmak için yapmalıdır’ diyerek bu ayeti yazıp verdi” der. Bu sırada otomobilin içindeki çocuğu görür iki arkadaş, Berk Can; Ali’ye ve Ömer’e dil çıkarır... Yol tekrar trafiğe açılır. Lüks arabayı kullanan adam, bizim mahallenin bozuk yollarına bakarak bozuk çalar. Sonra arabadaki çocuklara dağınık evlerin yol açtığı çarpık kentleşmeden bahseder. Birçok evin imar izni olmadığından, kaçak binaların yıkılması gerekliliğinden dem vurur. Hatta içinde yaşadığımız evlere fare yuvası benzetmesini reva görür. Yoksul olanın bizim mahalle sakinleri olduğu düşünülse de, gerçek yoksunluğun merhamet yokluğu olduğu anlaşılır mı bilinmez?
Dünyayı kendi bencil pencerelerinden seyredenlerin, kendileri de, yetiştirdikleri çocukları da hem iğneyi hem de çuvaldızı başkasına batıran, ‘dini yalanlayan, öksüzü iten kakan, yoksulu doyurmaya ön ayak olmayan’ (107/1-3) insanlar olacaktır. Ve haylaz Ali, arkadaşı Ömer ve mahalledeki çocuklar umulur ki kendilerine “zulmün durdurulmasını” (26/16-17) isteyen Musa’yı; “insanların haklarını gasp edenleri” (26/181) uyarmayı kendisine şiar edinmiş olan Şuayb’i örnek alacaklar, Süleyman gibi büyük bir hazineye sahip olsalar dahi, Muhammed gibi mütevazi, Yusuf gibi ahlaklı, Ömer gibi adaletli olacaklardır. Çünkü insan hayatını sürdürdüğü alanları nasıl tanımlarsa davranışlarını da buna uygun şekillendirmektedir. Ali gibiler hayatın her alanını kuşatan ve hayata sürekli müdahale eden bir Allah anlayışına, ekonomik alandaki tercih ve davranışlarını, ailevi, ahlaki, hukuki ve siyasal alandaki tercih ve davranışlarından ayrı olarak düşünmeyecektir. Seküler düşünce yapısıyla yetiştirilen diğer çocuklar ise siyasi ve toplumsal alanlardaki tasarruflarını, ahlaki alanlardaki tasarruflarından ayrı olarak telakki edecek ve eylemlerine de buna göre yön vereceklerdir. Aşağı mahalledeki Yunusgil’in evi tapusuz olduğu için yıkılacak fakat yeni şehirde oturan Bay Filan’ın malikanesi -ruhsatı Veli Amca tarafından verildiği için- yaz tatiline gidene kadar her kış oturabilecekleri bir mekan olarak kalacaktır. Berk Can’a ve Tunç’a da yıllar sonra babalarından yüklü miktarda miras kalırken; bizim mahallenin çocukları (Ali’ler, Ömer’ler) umulur ki Kur’an’ın mesajını miras alacaklardır...
Ha, hikayede bir de Veli Amca vardı değil mi? O yeni şehre bizim mahalleden gitmiştir. Önceleri bizim köyün hemşerisi iken, şimdi yeni şehrin kentlilerinden olmuştur. Bay Filan ve malikanesi düşünülecek olursa, gerçeklik değişmemiştir ama Veli Bey’in gerçekliğe olan yaklaşımı değişmiştir. Aslında patronaj sayesinde “yeni şehirli” olmuş bu kişinin, durumu görmezden gelinmekte ve hala kimilerince el üstünde tutulmaktadır. Bu Amca’nın yanlış tutumlarını görmezden gelmek, onun eski hemşerimiz olmasına bağlanabileceği gibi, Veli Amca’ların, bazılarının velinimeti olduğu gerçeği de bunda önemli rol oynayacaktır.
Ve o sabah lüks bir araba bizim yolumuzun kenarından geçip gider. İçinde acılar, sevinçler, yoksulluklar, yoksunluklar barındıran bizim yaşamımızın kenarından... Otomobil mahallemizden uzak, gözümüzden ve gönlümüzden ırak “yeni şehir”e doğru yol almakta ve gittikçe kaybolmaktadır...
YAZIYA YORUM KAT