1. HABERLER

  2. KÜLTÜR SANAT

  3. KİTAP

  4. İkbal ve Dini Düşüncenin Yeniden Kurulması
İkbal ve Dini Düşüncenin Yeniden Kurulması

İkbal ve Dini Düşüncenin Yeniden Kurulması

Medeniyet konusunu tartışırken organik ve dinamik bir felsefi anlayışı benimseyen İkbal; müslümanların yaşadığı ülkelerde birey, toplum, teorik düşünce gibi alanlarda bir “yeniden kuruluş” çabasına girişmenin zorunlu olduğu kanaatindeydi.

09 Ekim 2012 Salı 00:01A+A-

Ali DEĞİRMENCİ

İkbal ve Dini Düşüncenin Yeniden Kurulması

Durağanlaşmaya, gerilemeye ve hatta sömürülmeye elverişli hâle gelmiş zayıf bir bünye içerisinde görünürlük kazanan çözülüş, yozlaşma ve yabancılaşma çok daha öncelere götürülebilirse de “İslam dünyası” olarak nitelenen coğrafyanın özellikle 19. yüzyılda Batı’nın fiilî ve fikrî saldırıları karşısında ciddi ve bütüncül bir çöküş yaşadığı söylenebilir. Uzunca bir süredir sosyal tevhidi bozulan, iman anlayışı ve gerilimi ferdileşip çözülen, kendi iç dinamiklerini yitiren bu coğrafyanın insanı; yeryüzüne, insana ve maddi gelişmeye kendisinden çok daha farklı ve hırslı bir şekilde bakan Batılı paradigma karşısında tutunamamış, yeni ve etkili mevziler inşa etmede büyük bir mecalsizlikle karşılaşmıştır.

Müslüman Doğu’nun elde kalan son mevzilerini de sarsan ve tek tek düşürmeye başlayan Batılı akımlar, tartışmalar ve saldırılar karşısında -mevcut koşullar ölçeğinde de olsa- özgüven sahibi bir söylem, uluorta ve içi boş meydan okumaların ötesine geçen anlam aşılayıcı bir duruş ve silkinme çabası oluşturulamamıştır. Zamanında karşı durulamadığı için çöküş hızlanmış ve bu zorlu süreç, kıta Avrupa’sından çıkan çok yönlü ve etkin güce bir şekilde teslimiyetle sonuçlanmıştır. Bunun ardından bir grup aydın ve yönetici, Batılı yaşam tarzını benimsemiş, ulusçu ve seküler bir algının gönüllü olarak temsilciliğini yapmıştır. Klasik modernistlerden oluşan ikinci bir grup, aşağılık kompleksi ve ezikliğin biçimlendirdiği bir dil eşliğinde konuşarak, toplumun reorganizasyonu konusunda pozitivist düşüncelerden yakasını bir türlü kurtaramamıştır. Zamanla ortaya çıkan üçüncü bir grup, kimi zaman radikal kimi zaman muhafazakâr bir tutum eşliğinde Kur’an ve Sünnet’e dönmenin gerekliliği üzerinde durmuş ve fakat yaşanan çağı ve değişimi bütün boyutlarıyla kavramakta zorlanmıştır. Dördüncü bir grup ise hem İslami gelenek adı altında gelenleri hem de Batılı anlayış ve pratikleri eleştirel bir yaklaşımla ele almış; aynı zamanda farklı kaynaklardan, geleneklerden, havzalardan gelmiş de olsa insanlığın yararına olan değerleri, görüşleri ve nesneleri alma eğiliminde olmuştur. Zaman zaman çelişik görüşler serdetse ve eklektik bir profil çizse de Muhammed İkbal de bu son grubun bir üyesi olarak nitelendirilebilecek bir edebiyatçı ve düşünürdür.

Ali Şeriati, Biz ve İkbal adlı kitabının girişinde onu şu sözlerle selamlamaktadır: “İslam kültürünün büyük bir felakete uğradığı, hüzünlü bir sonbahar suskunluğuna girdiği ve Batı’nın fikrî sömürüsü altında kalarak ölüme mahkûm olduğu bir anda ve bu felakete uğramış bahçenin bahçıvanının bile uykuya daldığı bir zamanda İkbal bir şahlanış yapmış ve insan ruhunun çeşitli yönlerinde yükselmiştir. İşte böyle bir anda, bozguna uğramış ve kurumuş bir çölden, ansızın selvi ağacı gibi özgürce yükselerek dostun ve düşmanın gözlerini kamaştırmıştır.”1

1877-1938 yılları arasında yaşayan Muhammed İkbal, Hintli birçok aydın gibi, müslüman dünyanın içinde bulunduğu duruma üzülüyor ve Doğu-müslüman toplumlarının da bir rönesans gerçekleştirmesi gerektiğini düşünüyordu. Kendi içinde dönem dönem bazı kırılmalar, tereddütler ve eksen kaymaları yaşayan İkbal’in düşünce dünyası, -o dönemdeki birçok aydında görüldüğü üzere-  Batı karşısında içine düşülen yenilgi ve geri kalmışlık psikolojisiyle örtüşen bir ezikliği de taşımakla birlikte etkileyici, diriltici, heyecanlandırıcı boyutlara da sahipti.

Avrupa’ya gitmeden önce yazdığı “Yeni Sunak” gibi şiirlerinde Hint milliyetçiliğini savunan İkbal, Hindistan’dan uzakta geçirdiği yıllarda farklı bir bakış açısı kazandı. Batı’da yıkıcı bir ırkçılığa ve emperyalizme yol açtığı, Hindistan’da da halkı ortak bir amaç çevresinde birleştirmede yetersiz olduğu gerekçesiyle milliyetçiliğe karşı çıkmaya başladı. 1910’da Aligarh’ta yaptığı “Toplumsal ve Siyasal Bir Ülkü Olarak İslam” başlıklı konuşmasında, müslümanların birliğini eksen alan yeni yönelimlerini açıkladı. Şiirlerinde sürekli yinelediği tema, müslüman dünyanın geçmişteki görkemli günleri ve son yıllardaki yozlaşmış, köhneleşmiş durumuydu. Bu noktadan yola çıkarak reform ve birlik çağrısında bulundu.

İkbal’e göre reformu gerçekleştirebilmek için üç aşamada bireyi güçlendirmek gerekiyordu. Bunlar şeriata uyma, iradeyi güçlendirme ve herkesin Allah’ın vekili (naip ya da mümin) olabileceği düşüncesinin benimsenmesiydi. Bunların yanı sıra eylemcilik de bir köşede çile çekmekten üstün tutulmalıydı.

Batı’yı yakından görüp tanıyan ve müslümanların geleneğine, tarihine ve hâlihazırdaki durumuna yeri geldiğinde dışarıdan ve soğukkanlı bakabilen İkbal’e göre; yeni bir uygarlık hamlesi için, bilinçte ve yaşayışta ciddi bir dönüşüm gerçekleştirebilmek için, kardeşlik ve adalet ülkülerinin tesisi için müslümanlara çok yönlü düşünmek ve özveriyle çalışmak gerektiği öğretilmeliydi. Silkinme ve inşa süreci, her şeyden önce bireyde başlamalı; hem kendi değerlerinden hem de yeryüzünden, insanlığın genel birikim ve sorunlarından haberdar yeni bir müslüman özne profili oluşturulmalıydı. İkbal’e göre, topyekûn bir uyanış ve direnişe ulaşabilmek için öncelikle her bireyin kendini tam anlamıyla gerçekleştirebilmesi, ardından benliğini daha büyük amaçlar uğruna feda etmeyi öğrenmesi gerekmekteydi. Hz. Muhammed’in ve ilk müslümanların yaşamı da ona göre bu konuda en iyi örnekti. İslam peygamberinin nazarında “tevhid”, insanın dünyasını tamamıyla değiştirecek şekilde ayarlanmıştı ve dünyayı sarsacak psikolojik güçleri de içkindi. Nitekim peygamberin en büyük arzusu da kendi dini yaşantısının, dünyada yaşayan ve bütüncül bir etkinlik gösteren ciddi bir kudret hâline dönüşmesiydi.2

İkbal, 1928-29 yıllarında Madras, Haydarabad ve Aligarh’ta yaptığı altı konuşmayı içeren İslam’da Dini Düşüncenin Yeniden Doğuşu adlı yapıtında, felsefesini kapsamlı bir biçimde ortaya koymaya çalıştı. Ona göre doğru düşünen bir insan, yaşayan Yaratıcı’nın amaçlarıyla karşılıklı etkileşim içinde tükenmez bir yaşam kaynağıydı. Hz. Muhammed, Allah’ın vahyi ile buluşmasıyla yeni bir merhale ve içerik kazanan ilk deneyimden sonra yeryüzüne döndüğünde, ruhban egemenliğinin ve babadan oğula geçen hükümdarlığın olmadığı, tarih ile doğayı kavramanın önem kazandığı yeni bir kültür dünyası ve insanlık evreni oluşturmaya çalışmıştı. Meseleye bu yönden bakıldığında, İslam peygamberinin eski dünya ile modern dünya arasında olduğu söylenebilirdi. İslam’da peygamberlik kemale erişmişti, zira insana yeni ufuklar açan ve işlek bir gelecek perspektifi sunan bu olgu, kendi kendini ortadan kaldırmanın gerekli olduğunu keşfetmişti. Murakabeye dalıp kendini tam anlamıyla bilmesi için insan, en son kendi imkânlarıyla baş başa kalmalıydı. Bugünkü İslam toplumu da “ictihad” yoluyla yeni toplumsal ve siyasal kurumlar meydana getirmek, kendisini sarıp kuşatan geleneksel ve modernist prangalarından kurtulmak, çok yönlü bir aydınlanma ve keşifle kitleleri etkileyip dönüştüren yeni bir medeniyet inşa etmek zorundaydı. Buradan hareketle peygamberlik, tevhid, ictihad, icma gibi kavram ve konuları yeni bir yaklaşımla yorumlayan İkbal, genel değişim ilkelerinden söz ederken ilerici, buna karşılık değişimi fiilen başlatma anlamında daha tutuk ve muhafazakâr eğilimler göstermekteydi.

Medeniyet konusunu tartışırken organik ve dinamik bir felsefi anlayışı benimseyen İkbal; müslümanların yaşadığı ülkelerde birey, toplum, teorik düşünce gibi alanlarda bir “yeniden kuruluş” çabasına girişmenin zorunlu olduğu kanaatindeydi. Ona göre, dinsel düşünce özellikle son beş asırda canlılığını, etkinliğini, sorunlara cevap verme kudretini yitirmişti. Gelinen durumu özetlerken kurduğu şu cümleler bu noktada dikkat çekicidir: “Sahranın yetiştirdiği ve savaş rüzgârlarının sağlamlaştırdığı müslümanı, Acem rüzgârları zayıflattı. Müslüman, zayıflık ve incelmede ney gibi oldu. Arslanı koyun gibi boğazlayan insanın, şimdi ayakları karıncadan ürkmektedir. Tekbir sesleriyle taşları eriten bu insan, kuşun ötmesinden ibaret bir adama dönüştü. Azimle ve özgüvenle baktığında, dağların zirvelerini bile basit ve değersiz gören adam, yanlış ve kuruntularla dolu bir tevekkül zinciriyle ellerini ayaklarını bağladı. Ayakları toprakta devrimi nakşeden kişi, halvette iki ayağı bükülmekten kırıldı. Zamanında hükmü her tarafa ulaşan ve kapısında kralların durduğu kimse, çalışmak yerine kanaate, dilencilik ve boyun bükme zilletine razı oldu.”3

Yazının Devamı..

HABERE YORUM KAT