İhvan Lideri Muhammed Mehdi Akif’in Şehadetinin İşaret Ettiği Gerçek
Yazısında İhvan lideri Muhammed Mehdi Akif’in Sisi zindanlarındaki şehadetini gündemleştiren Yasin Aktay, Mısır özelinde batının İslam dünyasına yönelik izlediği siyasetin ikiyüzlü karakterini değerlendiriyor.
Yasin Aktay’ın konuyla alakalı bugünkü Yeni Şafak’ta (25 Eylül 2017) yayınlanan “Muhammed Mehdi Akif’in Vefatı: Mısır Hapishanelerinde Sıradan Bir Olay” başlıklı yazısını ilginize sunuyoruz:
Mısır Müslüman Kardeşler teşkilatının eski Rehberlik Konseyi Başkanı Muhammed Mehdi Akif geçtiğimiz günlerde tutulduğu hapishanede sağlık durumunun kötüleşmesi üzerine nakledildiği Kasr el-Ayni hastanesinde hayatını kaybetti. Akif, Sisi’nin Temmuz 2013 tarihinde yaptığı askeri darbenin ardından 85’i aşan yaşına bakılmaksızın tutuklanmış ve o zamandan bu yana mustarip olduğu kanser hastalığına rağmen en ağır şartlarda hapis olarak tutuluyordu.
Vefat ettiğinde 89 yaşında olan Akif, şimdiye kadar her çeşit şiddet yöntemini ve eylemini reddetmiş, şiddetle arasına ısrarlı bir mesafe koymayı başarabilmiş olan İhvan hareketinin en makul ve tecrübeli isimlerinden biriydi. Hayattayken İhvan hareketinin başına seçimle gelip aday olmadığı seçimle giden yenilikçi kişiliğiyle temayüz etmiş biri.
Mısır tarihinin en dürüst seçimleriyle ilk kez seçilmiş Cumhurbaşkanı Sisi’nin kanlı askeri darbesinde binlerce üyesini en cani biçimde kaybettiği halde, İhvan, şiddetle arasındaki mesafesini korumayı bildi. Hareketin o günkü lideri Muhammed el Bedi, Rabia meydanında üç bin insanın en vahşi katliamının yaşanmasından sonra bile kalabalıkların karşısına çıkıp “bizim barışçıl mücadelemiz, direnişimiz onların mermilerinden daha güçlü, daha etkilidir” diye haykırdı.
İhvan’ın bu tutumuna karşılık rejim şiddeti hiç azalmadan sistematik biçimde işkencesine, katliamlarına, yargısız infazlarına devam etti. Gandi’nin yirmili otuzlu yıllardaki destansı mücadelesine taş çıkartacak nitelikteki şiddet karşıtı söylemlerine rağmen İhvan şiddet karşıtı-demokratik merkezler nezdinde dikkat bile çekmedi. Onlara bu zulüm reva gören darbeci diktatör Sisi ise bugün belki dünyada kendi hafifliği dolayısıyla bir itibar görüyor olmasa da, işlediği cinayetler, ülkenin kaynaklarını çarçur eden yolsuzluk performansı gözardı ediliyor.
Aslında 90’lı yıllarla birlikte bütün dünyada bir anda parlayan demokrasi söyleminin ikiyüzlülüğü bugün bütün çıplaklığıyla ortaya dökülmüş ve bunda Mısır’da sergilenen tiyatronun çok önemli bir payı olmuştur. Mısır’la başlayan ama daha sonra Libya, Yemen, Suriye ve Irak’ta kanıtlanan asıl gerçek, Batılıların İslam dünyasında demokrasiyi istemedikleridir.
Demokrasi bir tek Irak’ı işgal için bir kullanılışlı bir söylem olarak işe yaradı. Ancak daha sonra İslam dünyasında gereğinden fazla vurgulandığında batılılar için kontrol edilemez bir İslam dünyası demek olduğu değerlendirmesi ağır bastı.
Bugün net bir biçimde şunu görüyoruz: Batılıların İslam ülkeleri için işbaşında görmeyi istediği model Sisi, Hafter, Muhammed B. Zayed gibi diktatörler.
Recep Tayyip Erdoğan gibi ülkesini geliştiren, halkına umut veren, bir İslam ülkesinin de pekala gelişip kalkınabileceği tezini doğrulayan, kendi halkının iradesine dayanan liderlerin Batılı demokrasi standartlarında pek kabul görmediği anlaşılıyor.
Onlar için askeri darbeyle işbaşına gelip ülkeyi tam bir kaosa sürükleyecek, kendi halkında bir umutsuzluk oluşturacak, zayıf karakterli bir diktatör çok daha fazla tercihe şayan görünüyor. O yüzden 15 Temmuz aslında bir yandan da Batılıların demokrasi iddiaları için paha biçilmez bir test imkanı oluşturdu. Tavırları hiç de şaşırtmadı. Çiğnenmek istenen demokratik değerleri koruyan Türkiye halkını tebrik edip, şehitlerinin taziyesini yapacaklarına darbecilerin mağduriyetini daha ilk dakikadan itibaren dillendirmeye başlayarak gösterdiler gerçek yüzlerini.
Mısır’da 4 yılı aşkın bir süredir işbaşında olan Sisi’nin ülkeyi hem iktisadi hem sosyal hem de insan hakları açısından tam bir karanlığa sürüklemiş olduğu ortada. Buna rağmen ona karşı, bir askeri darbeyi savuşturmuş olan Türkiye’ye karşı yapılan kadar bir eleştiri yapılmıyor olması basitçe geçiştirilecek bir mevzu değil.
4 yılı aşkın süredir Mısır’da yüzbinin üstünde insan mahkemelere çıkarılmaksızın keyfi bir biçimde en ağır şartlarda işkence altında zindanlarda tutuluyor. Ülkede zaten hiç muhalif basın yok, olma ihtimali de hiç yok. Bütün muhalif gazeteciler ya zindanda ya ülke dışında sürgünde. Rabia meydanlarında yüzbinlerce insanın katılımıyla her gün gerçekleşen barışçıl protesto eylemleri, göstericilerin üzerine açılan ateşlerle, ısrar edenlerin tutuklanması ve hapiste tutulmasıyla minimuma indirilmiş durumda.
Geçen gün İstanbul’da dinlediğim, iki oğlu hapishanede bulunan bir Mısırlı, tutuklu çocuklarından birinin kendisine bir yolunu bulup şu mesajı ulaştırdığını anlatıyor: “ne olursun, hiç bilmediğim bir yerde saklan, çünkü gidebileceğini bildiğim her yeri bana dayanamayacağım işkencelerle söyletiyorlar.”
Bu sistematik işkenceler altında yüz bin tutukludan her ay onlarcası zaten hayatını kaybediyor. Hayatını kaybedenler doğal ölüm olarak haklarında zoraki raporlar tutularak hiçbir araştırmaya gerek duyulmadan ve cenazeleri yakınlarına bile teslim edilmeden gömülüyor.
Hiç eleştirilmiyor demeyelim yine de. Bütün bu veriler Human Rights Watch’un geçtiğimiz ay yayımlanan raporunun kaydettikleriyle örtüşüyor. Çok daha fazlası da var raporda.
Seçilmiş Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi darbeden beri ne avukatıyla ne de ailesiyle görüşmesine izin verilmeksizin tutuluyor. Şu ana kadar ailesiyle sadece son zamanlarda iki defa görüşmesine izin verilmiş.
Muhammed Mehdi Akif’in 89 yaşında hapishanede yavaş yavaş ölüme sürüklenmesi Mısır’daki gayr-i insani şartlara tekrar dikkat çekmiş olmalı.
Ne yazık ki, bütün bunlar yaşadığımız çağda, yaşadığımız dünyanın gözleri ve tabii ki ikrarı altında cereyan ediyor.
Görünen kadarıyla İslam dünyası için bugünlerde teşvik edilen ve öngörülen model de bu model.
Muhammed Mehdi Akif’e Allah’tan rahmet sevenlerine başsağlığı diliyorum.
HABERE YORUM KAT