1. HABERLER

  2. YORUM ANALİZ

  3. ‘İhanet İçinde’ Olmanın Ölçüsü Köşkün Davetine Mazhar Olup Olmamak mı?
‘İhanet İçinde’ Olmanın Ölçüsü Köşkün Davetine Mazhar Olup Olmamak mı?

‘İhanet İçinde’ Olmanın Ölçüsü Köşkün Davetine Mazhar Olup Olmamak mı?

Yazısında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Huber Köşkü’nde medya mensupları ve sanatçılara verdiği iftarı değerlendiren Merve Şebnem Oruç kayda değer tespit ve analizlerde bulunmuş.

22 Haziran 2017 Perşembe 13:08A+A-

Bu ve benzeri davetlerin gazeteci ve yazarların durdukları yerin doğruluğunu teyit etmesine, çember dışında kalan herkese ise şüpheyle bakmasına neden olması karşısında şaşkınlığını ifade eden Merve Şebnem Oruç; “Bu yılki iftar davetine katılmayanlar arasında 15 Temmuz gecesi ölümü göze alarak sokağa çıkan, köprüye koşan, Gezi’den, 17-25 Aralık’tan bugüne, güçlü olduğu için değil, doğru olduğu için Erdoğan’a yapılan saldırılar karşısında onun yanında duran köşe yazarları da vardı; onlar da mı ihanet içindeydi yani?” diyor.

Merve Şebnem Oruç’un konuyla ilgili bugünkü Yeni Şafak’ta (22.06.17) yayınlanan yazısını ilginize sunuyoruz:

Küçük bir mümin eleştirisi

Cumhurbaşkanı Erdoğan ve eşinin geçenlerde Huber Köşkü’nde verdiği medya iftarının magazin boyutu sanatçı/sporcu iftarından bile fazla konuşuldu. Medyada hala yeni sayılırım, malum ‘ortam’ları pek bilmiyorum; sakal-bıyıktan gizli gizli sigara içenlere ve göstere göstere namaz kılanlara yazılanlara bakınca “Medya-siyaset ilişkisi acaba biraz da böyle bir şey mi?” diye düşünmedim değil.

Davete katılan ve davet edilmeyenler hakkında bolca dedikodu yapılacağını herkes tahmin ediyordur muhakkak ama bu kadarını beklemiyordum. Bir köşe yazarının, muhalefet etmekle etmemek arasındaki çizgiyi fark etmiş olanların davetli listesinde olduğunu ifade edip, “İhanet içindekilerse davet edilmemişlerdi zaten,”demesineyse hayret ettim.

Hay Allah...

Cumhurbaşkanı'nın verdiği iftara katılan sanatçı ve sporcuları ihanetle suçlayan öfkeli laik solcuların haline gülerken, davet almayan gazetecilerin hain ilan edildiği günleri de mi görecektik?

Hasbinallah...

Yoksa Cumhurbaşkanı’nın iftar davetlerine katılıp katılmamak, yurt dışı seyahatlerine davet almak ‘ihanete varan/varmayan statüler mi kazandırıyordu gazetecilere?

Fesuphanallah...

Ondan mıydı acaba bazı gazeteci-yazarların etrafta davet-toto galibi gibi kasıla kasıla dolaşması...

Tövbe estağfurullah... Meğer ben her şeyi daha kompleks sanmışım.

Valla ne yalan söyleyeyim, bu davetlerin gazeteci ve yazarların durdukları yerin doğruluğunu teyit etmesine, çember dışında kalan herkese ise şüpheyle bakmasına neden olduğunu bilmiyordum, çok şaşkınım. Bu yılki iftar davetine katılmayanlar arasında 15 Temmuz gecesi ölümü göze alarak sokağa çıkan, köprüye koşan, Gezi’den, 17-25 Aralık’tan bugüne, güçlü olduğu için değil, doğru olduğu için Erdoğan’a yapılan saldırılar karşısında onun yanında duran köşe yazarları da vardı; onlar da mı ihanet içindeydi yani? Yazarın kimi kast ettiğini bilmiyorum ama böyle genellemeler yapmanın ne kadar büyük yanlış anlaşılmalara neden olabileceği, her köşe yazarının gayet iyi bildiği bir gerçek. Sonuçta bir Emre Uslu’dan bir Mehmet Baransu’dan bahsedilmediği de muhakkak.

Anlaşılan o ki Cumhurbaşkanı’nın “Hükümetimizle ya da benimle aynı şeyi konuşmak zorunda değilsiniz. Ama ülkemizin ve milletimizin menfaatleri söz konusu olduğunda yerli ve millî olmanız gerekir, bunun dışında kalan her şey teferruattır”sözleri bazı kulaklara ulaşmış ama ‘lafın tamamı’ bir kulaktan girip ötekinden çıkmış. Bir gazetecinin hain olmadığını ispat etmesi için Cumhurbaşkanı ile aynı şeyleri konuşmasına gerek olmadığına ikna olunmuş, ama demek ki adının yanına konan ‘onay’ kutucuğunun işaretlenebilmesi için o akşam orada bulunması şartmış.

Gezi’de, 17-25 Aralık’ta daha öncesine kadar el ele kol kola oldukları meslektaşları kılığındaki kişilerin neler çevirdiğini anlayamamış, olan biteni iyi süzememiş, çevrilen dolaplar daha gizli saklıyken rotasını Erdoğan’a göre ayarlayıp “Biz çok anlamıyoruz ama vardır bir bildiği” diyerek tüm yazılarını, tüm düşünme pratiğini Cumhurbaşkanı’nın kurduğu cümlelere, takındığı tavra göre alanlar var aramızda muhakkak.

Uzunca bir süre karanlıkta kaldığınız için bir fenere, kaybolduğunuzu zannettiğiniz anlarda yürüdüğünüz yolda bir rehbere ihtiyaç duymuş olabilirsiniz; ama dostlar, o belirsizlik sizin için de 15 Temmuz’la birlikte bitmedi mi? Kimin ne olduğu, ne yaptığı iyice ortaya çıktığına, aydınlığa kavuştuğuna göre kendi aklınızla tahlil yapmaya, kendi düşüncelerinizi yüksek sesle söylemeye başlamanın zamanı gelmedi mi? Siz yapmıyorsanız da bunu yapanlara sorgusuz sualsiz kötü gözle bakmaktan vazgeçmek, önce bir ‘neden’ini, ‘niçin’ini sorgulamak gerekmez mi?

Erdoğan dahi aynı şeyleri konuşmak zorunda değiliz derken siz neden herkesin onunla aynı şeyleri söylemek zorunda olduğunda ısrara devam ediyorsunuz. Cumhurbaşkanı dahi FETÖ’nün gerçek yüzünü önceden görememiş, çok önceden ortaya dökememiş olmanın verdiği üzüntüsünü belirtirken ve Allah'tan af, milletten özür dilerken, henüz kendi özeleştirisini dahi yapmamış olanlar, yoksa dün de bugün de tercihlerini doğrudan yana değil güçlüden yana yaptıkları için mi bu yana düşmüşler?

En kötüsü geride kaldı. Bakın sadece ben demiyorum Erdoğan da diyor, en kötüsü geride kaldı. O zaman “oyuna gelmeyelim” diyerek kendimizi kapattığımız hiç bitmeyen oyun sarmalından artık çıkabilir miyiz?

Uzunca bir dönem FETÖ’cüsü muhalefeti içerisi dışarısı hep biri ağızdan sıradan bir Ak Partilinin bir yanlışı yüzünden faturayı Erdoğan’a kesmeye kalktığı için, yeri geldi gördüğümüz duyduğumuz yanlışlara da sustuk. “Aman şunların eline koz vermeyelim, oyuna gelmeyelim,”dedik. Sesimizi ötekiler kullanacak diye sakındık, şimdi suskunluğumuzu berikiler kullanır oldu. Öyle kanıksanmış ve kullanışlı hale gelmiş ki bu suskunluk, bugün artık Üsküdar’daki tarihi Şemsi Paşa Camii önündeki projeye yanlış deyince, kışladaki askerlerin gıda zehirlenmesinin arkasındaki nedeni sorgulayınca, Üsküdar zabıtasının seyyar kadına yaptığı zorbalıktan rahatsız olunca, “Hüda-Parlı genç nasıl olur da polis şiddetine maruz kalır?” diye sormaya yeltenince bile kendimizi Erdoğan sevgisi ölçerlere ispatlamak zorundayız artık.

Gezi’de ‘ağaç’ dediler, ama mesele ağaç değildi; 17-25 Aralık’ta ‘yolsuzluk’ dediler, amaç o değildi; ama Üsküdar olağanüstü haller dışında Üsküdar’dır, Mehmetçik her zaman Mehmetçik’tir, zorbalık ve şiddet her daim kötüdür be kardeşim. AKM’den daha çirkin bina yığınlarıyla dolu bir İstanbul istemiyor diye, ecdat yadigarı camilerin betonlar arasında kaybolmasına tepki veriyor diye, “Erdoğan öyle istedi” kabilinden teyit etmesi zor cümlelerle susturmayın insanları ve güzel bir adamı zorla diktatör yapmaya çalışmayın. “Adalet” bu partinin adında var, ama Kemal Kılıçdaroğlu’nun o pankartı kapma fırsatı bulmasında biraz da bizim payımız var.

HABERE YORUM KAT

5 Yorum