İflas noktasına nasıl gelindi?
Malum, 1929 yılında da bir “global ekonomik kriz” vardı. Bu yüzden ticarette ve üretimde büyük bir daralma söz konusu olmuştu.
Bu durum Türkiye’nin 1930-1934 yıllarını fena halde etkilemiş, Türk Lirası büyük ölçüde değer kaybına uğramış, tarıma dayalı ihraç ürünleri elinde kalmıştı.
O tarihlerde üretici (yani köylü-çiftçi) tümüyle dibe vurmuş, tarım ürünü ihraç eden ihracatçıların büyük bölümü ise iflâsa sürüklenmişti.
Zaten çok fakir olan Türkiye, bu dönemde müthiş bir gelir kaybına uğramıştı. Ekonomi sözün tam mânâsıyla felçti.
Ama enflasyon düşüktü, çünkü para yoktu, para olmadığı için de ticari hareketlilik (alışveriş) olmuyordu. Doğal olarak da enflasyon sıfırdı.
Yine de Türk Lirası, ilk kez bu dönemde dolara endekslendi. (Oysa bu günahı da rahmetli Menderes’e yüklediler).
Para girdisi o kadar azalmış, ihracat o derece çökmüştü ki, Fransa ile bir nevi takas ticareti denenmesine karar verilmişti. Mal verip mal alıyordu. Ama bu nakit sıkışıklığını çözmüyor, memur maaşları bile gecikiyordu.
Nihayet 1934-39 yılları arasında Hitler rejimiyle bir ticari anlaşmaya varıldı. Almanya’ya tarım ürünleri satacak Almanya’dan makine ve askeri teçhizat alacaktık.
Türkiye Cumhuriyeti ile faşist Almanya arasında sıkı bir ekonomik işbirliği böylece başlamış oldu. O günkü devlet yöneticilerimizin fotoğraflarına dikkatlice bakarsanız, Hitler Almanya’sıyla bu içli-dışlı yakınlaşmanın izlerini yüzlerinden bile görebilirsiniz: Hemen hepsi “Hitler bıyığı” bırakmış, hatta saçlarını Hitler gibi taramışlardır...
Bu görüntü Hitler rejimine yakınlığın suratlara yansıyan izleridir!
Bazılarına çok ters gelebileceğini, hatta bu yüzden saldırılara maruz kalıp mağdur olabileceğimi bilerek söyleyeceğim ki, o günlerin Türkiye’sinin “ekonomik bağımsızlığı” söz konusu bile değildir. Tam tersine, ekonomik anlamda tarihin hiçbir döneminde (Selçuklu-Osmanlı dönemi dâhil) görülmemiş ölçüde Almanya’ya bağımlıdır.
Üstelik o günlerin “Hitler Almanyası” dünyayı kana boyamaya hazırlanmaktadır ve tam anlamıyla bir “emperyalist dış güç”tür.
Bu değerlendirme sadece benim değil, Prof. Dr. Yahya Sezai Tezel (Cumhuriyet Döneminin İktisadi Tarihi 1923-1950, Tarih Vakfı Yay. 1994) başta olmak üzere, pek çok iktisatçı böyle düşünmektedir.
Dr. Tezel daha da ileriye giderek şöyle diyor: “Türkiye’nin dış ticaretindeki genişleme, Nazi Almanya’sının uluslararası düzeyde iktisadî güç kazanmasıyla ilişkilidir. Almanya’nın Balkanlar ve Ortadoğu’da güttüğü ticarî genişleme politikası nedeniyledir ki, Türkiye, Büyük Buhran’ın sıkıntılarını yaşayan liberal metropollerin Türk ihraç mallarına talebinin zayıfladığı bir dönemde, ihracat hacmini artırabilmiştir.”
Yani bize propaganda edilip dayatıldığı gibi, Atatürk-İnönü dönemi “Her anlamda bağımsız ve bağlantısız olduğumuz bir dönem” değildir.
Almanya adım adım içimize girmiş, 1930’un sonuna kadar Türkiye’nin ticaret hacminin hemen hemen yarısını kendine yönlendirmiştir.
1929’da toplam ihracatımız içinde Almanya’nın payı yüzde 15 iken 1934’te yüzde 39’a, 1935-1938 ortalamasında ise yüzde 44’e çıkmıştır.
Türkiye aynı dönemde Almanya’dan hem silah ve askeri mühimmat almış, hem de tüm askerî örgütlenme ile donanımlarında Almanya’ya bağımlı hale gelmiştir.
1939’da bu bağımlılık muazzam boyutlara ulaşmış, ithalatta yüzde 51, ihracatta yüzde 37’yi bulmuştur.
Almanya kurnaz davranıyordu. Sonraki projelerinde, yani dünyayı istila emellerinde Türkiye’ye de aktif rol vermek için kesenin ağzını açmıştı. The Economist Dergisi’nin 5 Ağustos 1939 tarihli nüshasında yayınlanan bir hesaba göre, Almanya Türkiye ile ticaretinde zarar etmeyi dahi göze almış ve bu amaçla Türkiye’den yüksek fiyatla mal alıp ucuz fiyatla mal satmıştı.
Sadece 1938 yılında, Türkiye’ye bu yolla tam 8 milyon Türk Lirası tutarında bir ekonomik yardım yapmıştı. Bu para, aynı yıl Osmanlı borçları için ödediğimiz miktarın iki katı idi.
Bıyıkların ve saçların Hitlervarî kesilmesi, biraz da bu bağımlılığın sonucu olarak ortaya çıkmış bir “moda”dır.
Özetle söylemek gerekirse, 30’lu yıllarda, neredeyse tüm ekonomisini, (ihracat ve ithalatı dahil) Almanya’ya endekslemiş bir Türkiye manzarası vardır.
Bu yönelişin Türkiye’yi nereye sürüklediği, Hitler’in delicesine silâhlanıp dünyaya meydan okumaya başladığı dönemde (1937’lerde) ancak fark edilmiş, fark edilmesiyle de Türkiye’yi yönetenlerde müthiş bir telâş baş göstermiştir.
Eğer İngiltere Türkiye’nin faşizme kaymasından korkup kesenin ağzını birazcık açmasa ve Türkiye’ye 118 milyon Türk Lirası borç vermeseydi, İkinci Dünya Savaşı patladığında bile Türkiye’nin Almanya’ya bağımlı dış ticareti sürüyor olacaktı.
Ve Türkiye ister istemez Hitler saflarında savaşmak mecburiyetinde kalacaktı.
Osmanlı borçlarının ve 1950’lere kadar iktisadi durumunun kısa hikâyesi budur.
VAKİT
YAZIYA YORUM KAT