“İdlib, Terör Bahanesiyle Yürütülen ‘Mezhebî Temizlik’ Operasyonudur”
“Esed ve İran için ‘geleceğin’ Sûriye’sinde Sünnî çoğunluğun göçe zorlanarak ve katledilerek azınlığa dönüştürülmesi elzemdi. Bunu büyük ölçüde başardılar. Son kalıntı İdlib’di… İdlib, terör bahanesiyle yürütülen ‘mezhebî temizlik’ operasyonudur.”
Süleyman Seyfi Öğün’ün yazısı:
Soçi ve Astana’yı Uğurlarken / Yeni Şafak
Son gelişmelerden sonra ne Soçi ne de Astana’nın hükmü kaldı. Epeyidir tereddütlü bir şekilde dile getirilen bu husûsu artık açıklıkla ifâde edebiliriz. Evvelâ şunu kaydetmeliyiz ki bu Üçlü’yü biraraya getirmek çok mühim bir gelişmeydi. ABD ve İsrâil’in tek yanlı dayatmalarına karşı bu coğrafyanın sâhipsiz kalmadığını, varolan devletlerin de birer özne olduğunu hatırlatan bir gelişmeydi bu. Ama binânın temellerinin bir hayli zayıf olduğu da âşikârdı.
Bu üç devleti biraraya getiren tek bir unsur vardı: ABD tarafından hedefe koyulmuş olmak… İran bahsini ayrıca açmaya gerek yok. Daha Reagan devrinden beri İran ABD’nin baş düşmanı olarak tescil edilmiş durumda. Reagan Sovyet Rusya’yı da Şer Ekseni’ne dâhil ediyordu. Ama Sovyetler yıkılıp Rusya “piyasa ekonomisine” ve “seçimli” bir siyâsal düzene geçtikten sonra kafalar karıştı. Elbette sırf bu sebeple Batılı bir devlet sayılacağı yoktu. Tam tersine ekonomik ve siyâsal açılardan yetersiz, hattâ sorunlu sayılarak Rusya düşman listesinde tutulmaya devâm etti.
Tuhaf olan bir NATO müttefiki olan Türkiye’nin ABD ve AB tarafından dışlanarak yalnız bırakılmasıydı. Siyâsal-kültürel düzlemde Rusya ve İran’dan çok farklı olarak Batılılaşmayı tercih etmiş olan Türkiye’nin uğradığı bu “Batı ihmâli” tahammül eşiklerini aşındırdı. 15 Temmuz, sürecin “ihmâl” ile sınırlı kalmadığını ve “ihânete” evrildiğini gösterdi. Türkiye ânî bir hareketle istikâmetini Rusya ve İran’a çevirdi.
Türkiye’nin bu yaklaşımının ne Rusya’da ne de İran’da huşû içinde karşılandığı kanaâtinde değilim. Rusya için Türkiye güvenilmez, kadim bir “düşmandır”. Asırların hükmü bir çırpıda değişmez. Rusya Türkiye’nin istikâmet değişimini araçsal gördü ve kendi faydasına tahvil etti. S 400’lerini sattı. Türk Akımı projesini başlattı. Akkuyu Nükleer Tesisi inşaatını aldı. İran ise bu tablodan hiç mi hiç hoşlanmadı. Araçsal fayda sağlayacağı bir husus yoktu. Tam tersine, dış siyâsetini Şiîlik ekseninde kuran İran, Türkiye’nin “Sünnî” bir büyük güç olarak oyuna dâhil olmasını, bir büyük “Şiî “ güç olarak asla sindirmedi. Türkiye karşıtı tekmil unsuru harekete geçirdi ve başta PKK olmak üzere destekledi. Bugün Astana ve Soçi’nin buharlaşmasından hiç şüphe etmiyorum ki, en fazla sevinen İran’dır.
Gerek Rusya gerek İran, Türkiye’nin resmen lânetlediği Esad Rejiminin hâmisi durumundaydı. Temel çarpıklıklardan birisi buydu. Rusya, Türkiye ile Suriye arasında bir yakınlaşma istiyordu. Ama bu hem Türkiye hem de İran-Suriye ikilisinin istemediği bir husustu. Esad ve İran için “geleceğin” Sûriye’sinde Sünnî çoğunluğun göçe zorlanarak ve katledilerek azınlığa dönüştürülmesi elzemdi. Bunu büyük ölçüde başardılar. Son kalıntı İdlib’di. Bunu da başardıktan sonra Nasreddin Hoca’nın kuşuna dönen Suriye’yi idâre etmek çok kolay olacaktı. İdlib, terör bahanesiyle yürütülen “mezhebî temizlik” operasyonudur. Bu kanlı senaryoyu ikmâl edebilmek için de Türkiye’nin müdâhil olmasını asla istemediler. Artık şunu anlamamız gerekiyor: Soçi ve Astana gibi süreçleri en başta İran ve Suriye istemedi. Son tırmanmada ana aktör Rusya gibi görünüyor. Ama değil. Tahribâtın arterini İran döşedi. Bu da “Esad ile görüşülsün, anlaşılsın” diyen çevrelerin ya görmediği veyâ görmek istemediği gerçektir. Biz de artık şunu görelim: Bizzât Esad Sûriye’nin birliğini ve bütünlüğünü istemiyor. Coğrafî birliğini istemesi, nüfus kompozisyonunun devâmını istediği manâsına gelmiyor. Buraya dikkât edelim. Onun istediği boşaltılmış bir coğrafyanın birliği. Bunun da bir manâsı yok.
Rusya Türkiye-İran arasındaki bu gerilimde, dengeleyici bir ara yol izleyeceğine Türkiye’yi dışlayıcı adımlar attı. Türkiye ise Rusya’yı belli bir hizâda tutmak için Ukrayna, Kanal İstanbul ve Gürcistan kartlarını açtı. Rusya bunun üzerine sertleşti. Son saldırılar bunun göstergesidir. Pekiyi Rusya’yı, neticede Türkiye’yi kaybetmeye kadar götürecek bu dar görüşülüğü yaptıran kimdi? Ben bunun, Moskova’nın kapısını aşındırmayı îtiyad hâline getirmiş olan Netanyahu, yâni İsrâil olduğunu düşünüyorum. İsrâil Suriye’de ve Lübnan’da Türkiye ve İran’ı istemiyor. Rusya’dan talebi bu iki güç ile bağını koparması. Rusya ilk adımı Türkiye ile mesâfe koyarak attı. İsrâil, elbette ki hem İran hem de Türkiye’ye cephe almış BAE ve Suudlar için ideal durum, Türkiye ile İran’ın Sünnîlik ve Şiîlik ayırımı üzerinden çatışması. Siyonizm ve Vehhâbiliğin yaşaması Sünnî-Şiî gerilimine bağlı.. Tabiî ki sıra İran’a gelecek. İran teopolitik saplantıları yüzünden bir yerden sonra doğru düzgün ne jeopolitik ne de reelpolitik hesâp yapabiliyor. Herhâlde üzerine bombalar yağacağı günlerde Türkiye’yi nâfile arayacak. Rusya ise İran ve Türkiye desteği olmaksızın Bereketli Hilâl ve Sıcak Denizler’de ağır bir güç kaybına uğrayacaktır. Sıcak Denizler’de Türkiye’yi kaybetmek kendilerine Karadeniz’i kaybetme riskini doğuruyor. Bundan sonra Rusya’nın başına geleceklerin gayrısı Stratfor Raporunda yazıyor zâten...
HABERE YORUM KAT