İdeolojik körlük her şeyi araçsallaştırır!
Abdulhamit Güler, Yılmaz Güney'in yaşantısı ve ideolojik kimliği etrafında başlayan tartışmaları ele alıyor.
Abdulhamit Güler / Yeni Şafak
Sinemaya kötülük yapan yönetmenler
Yılmaz Güney’in ölüm yıl dönümünde başlayan tartışmalar ideolojik körleşme ile sanatçı tavrını tartışma konusu yaptı. Birçokları Güney’in ideolojisinden ötürü eleştirmeye kıyamazken, sağduyulu kişilerse ‘kral çıplak’ diyerek eleştirilerini dile getirdi. Birçok sol görüşlü isim de Yılmaz Güney’in yaptıklarının kabul edilebilir olmadığının altını çizdi.
Yılmaz Güney, Türk sinemasına katkısından daha çok politik duruşu ile gündemde oldu. Bir dönem sol görüşün en meşhur savunucusu sayıldı. Sadece sol olmakla kalmayarak uçlara yaklaşan tavırları sebebiyle hapis yatmak durumunda da kaldı. Fekat esas olarak sabıkasını adam öldürmek, kadın dövmek gibi başlıklarla kabarttı. Yani mahpus damına düşmesi fikrinden ötürü değil suçları sebebiyle idi. Düşünsenize bir yönetmen bir insanı öldürüyor. Ve görüşünü benimsediğiniz için bunu görmezden geliyorsunuz. Akıl alır gibi değil.
Türkiye’de ideolojik kamplaşma ve özellikle ‘sol cenahın’ üç maymunu oynama örneklerinden biri olarak Yılmaz Güney tartışması esasında yeni bir pencere açtı. Sanatçının, sanatı dışındaki yaşantısı ve tutumu kimi ilgilendiriyor? İlgilendirmeli mi?
Ve dünyada örnekleri var mı?
KÜRESEL SANAT ÇEVRELERİ ESERDEN ÖNCE İDEOLOJİYE Mİ BAKIYOR?
Öncelikle şunu ifade etmek gerekir ki dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir zaman sanatçı sadece sanatçı olmamıştır. Gündelik hayatından tutun da güncel meselelerdeki tavrına kadar her konu başlığı, sanatçının değerlendirilmesi için önemli görülür.
Mesela küresel sanat sisteminin sırtını yasladığı politik görüş olarak sola yakın duran, bundan ötürü ülkesinde ‘sorun yaşayan’ her sanatçı el üstünde tutulur. 1980’lerden beri her dönem örneğini gördüğümüz gibi İran’da muhalif olan sanatçının Batılı festivallerde ve sanat çevrelerinde el üstünde tutulduğu malum. “İran’da yasaklanan film” ya da “ev hapsindeki yönetmen” gibi ifadelerle pazarlaması yapılan filmler, sanatsal kıymetleri ikinci plana atılarak ödüle boğulur. Bu da Batılı entelijansiya ve sanat koridorlarının dünya görüşünü göstermektedir.
OLUMLU ÖRNEKLER DE VAR
Türkiye ve İran gibi ülkelerde film yapan, toprağını ve ülkesini seven, milleti ile barışık, kaba politik tavırlara girmeyen, yönetimlerine karşı doğrudan tavır almayan (destekleyen demiyorum bile) sinemacıların Batı’da taltif edilmesi çok mümkün değil. En azından böyle durumlarda sadece sanat eseri değerlendirilebiliyor. İstisnalar dışında (Semih Kaplanoğlu, Derviş Zaim, vs) Batılıların Türkiye’ye ait filmleri ve yönetmenleri değerlendirme başlıkları arasında politik duruşları da vardır. Ayrıca filmlerin ele aldığı konular da aynı çerçevede değerlendirmeye tabi tutulur.
Misal… Bağımsız sinemanın kalesi olarak kabul edilen Sundance Film Festivali’ne başvuru yaptığınızda cevaplamanız gereken sorulardan biri “Filminizde LGBT üyesi biri var mı veya hikayenizde yer alıyor mu” oluyor. Düşünsenize, daha başvuru esnasındaki bu soru neden önemlidir?
Politik tutumları ve ülkesindeki yönetimle yaşadığı sorunlar sebebiyle festivallerde ‘takdir edilen’ yönetmenler ağırlıklı olarak İran’dan çıkıyor. Cafer Penahi, Bahman Gobadi, Muhsin Mahmelbaf gibi isimler başta olmak üzere listeye eklenen yeni isimlerle birlikte ‘her daim muhalif’, ‘her zaman çatışan’ yönetmenler ayrıcalıklıdır. Sayılan isimler çok iyi yönetmen olmalarına rağmen filmleri değil politikaları ve ülkelerindeki asayiş meseleleri gündemdedir.
Peki, politikalarıyla değil de filmleriyle takdir edilen isimler yok mu? Elbette var. Aslında bu isimlerden bahsetmek gerekir. Çünkü bu ahval içinde kurnazlık yapmadan takdir edilmek gerçekten büyük başarı.
KİYARÜSTEMİ’NİN BÜTÜN ÇAĞLARA DERS VEREN KONUŞMASI
İran’dan tek bir örnek çok şeyi açıklıyor…
Abbas Kiyarüstemi, sadece İran’ın değil dünya sinemasının gelmiş geçmiş en önemli isimlerinden biri. Yaşan büyük yönetmenlere de ilham olmuştur. Hiçbir zaman kaba politik tavırlar sergilememiştir. Hatta ölümünden birkaç sene evvel (2014’te) Türkiye’ye geldiğinde kışkırtıcı sorulara rağmen tuzağa düşmeden kelimenin tam manasıyla insanlık ve sanatçı dersi vermiştir. Sansür sorusuna şöyle cevap vermişti:
“Ben filmleri makaslanarak bunun edebiyatını yaparak ünlenmek isteyen yönetmenlerden değilim. Yönetmen zeki olmalı. Varsa sansür kurulu, oradan bile geçecek şekilde film yapmalıdır. Bizim ülkemizde iktidarı eleştirdiğini iddia eden ve dünyayı gezen filmler İran Sinemasına en kötü etkiyi yaptılar. İdeolojik söylemle yanlış anlamalara sebep olanlar genç sinemacıları da yanlış yönlendirdi.”
Kiyarüstemi’nin bu sözlerini çerçeveletip bütün sinema okullarına ve setlere asmak gerek. Çünkü gerçek sanat ideolojik kördüğüm kaldırmaz.
Politik eleştiri yapabilirsiniz ama mühim olan yönteminizdir.
Kaba dille, kurnazlıkla sinema yapmanın kimseye faydası olamaz.
HABERE YORUM KAT