İçi boşalan kavramlar ve imanın kökleri üzerine..
Yaşar Değirmenci, içi boşaltılan kavramlar yerine kendi kavramlarımızı kullanmanın önemini ve kişinin inancı ile yaşantısı arasındaki denge kurulmazsa, zamanla dünyevileşme tehlikesine düşeceğini anlatıyor.
Yaşar Değirmenci/Yeni Akit
Kendimiz olalım, kendi dilimizle konuşalım, kendi kavramlarımızı öğrenelim
Bugün kafası karışık olan ‘Bu devirde kul gibi nasıl yaşar, nasıl yaparız?’ diye soran çok mümin var. Asıl mesele bu soruya cevap vermektir. Çünkü insanlar inançları ile yaşayışları arasında nasıl bir ilişki kuracağını bilemiyorlar. Sonuçta insanımız; ‘inandığın gibi yaşamazsan, yaşadığın gibi inanmaya başlarsın’a gidiyor, götürülüyor. Bu hususu ağaç örneği ile açıklayayım. Ağaç mecazi anlamda hadis-i şerifte de geçer.
Peygamber Efendimiz bir gün ashabıyla birlikte otururken onlara şöyle bir soru sorar: “Bana Müslümana benzeyen bir ağaç söyleyin. Öyle bir ağaç ki Rabbinin izniyle her zaman meyve verir ve yaprakları da hiçbir zaman dökülmez.” Bu soru üzerine orada bulunanlar, bildikleri ağaçların isimlerini saymaya başlarlar. Doğru cevap bulunamayınca Allah resulü. “O hurma ağacıdır” buyurdu. Bu hadis ışığında düşündüğümüzde kökün/temelin itikat/akide sonra İlim/Amel/Ahlâk devamında ibadet, işler/eserler (Muamelat) Müfessir sahabe İbni Abbas da bu sıralamayı vermiştir. Bilindiği gibi her ağaç aslında tek bir küçük tohumdan doğar. Tevhid ağacının tohumu imandır. Ağacın tohumu toprağa ekilmezse o ağaç yetişmez. İman tohumu da “kulluk toprağı”na ekilmedikçe büyümez. Kök salmaz, kişilik kazanamaz. İman tohumu da böyledir. Kulluk toprağında ilim ve amel ile yeşermeye, kök vermeye başlar. Ağacı besleyen büyüten kökleridir. Kökler; hasta olduğunda, çürüdüğünde ağacın görünen gövde, dal ve yaprakları da solar, ölmeye başlar. Müminin imanında zayıflama olursa ilmi ve ameli de bozulur. Bunlar bozulursa gövdesi/kişiliği, ahlakı, ameli (yaptığı işler) de bozulur.
Osmanlı çınarı da iman-ilim ve amel ile yaşama ve yaşatmada eksik kaldığında zayıfladı. Devlette, toplumda, ilimde, sanatta, evde, sokakta, ticarette, siyasette kendisi olmaktan çıktıkça, Batı’ya benzedikçe, kişiliği ve ahlakı bozuldu. O hale geldi/getirildi ki içimizdeki Batı’cıların her konuşması, sanki o milletten birisi konuşuyormuş gibi oldu. Ağacın içine yerleştirilen Batıcı ağaç kurtları, ağacı çürüttü kuruttu. O yüce çınar; İttihatçı’ların iş başına gelmesinden sadece on sene sonra Batı’lıların özellikle İngilizlerin birkaç balta darbesiyle kolayca yıkıldı. Dünyevileşme hastalığı, “kul olma özelliği”ni kaybettirince “kulluk bilinci” kaybolunca da kutsalları/değerleri kaybolundu. Kulun imanı parladıkça, güçlendikçe, ilim ve amel çoğaldıkça insanın düşüncesi, niyeti, işleri/amelleri de o oranda parlamaya başlar. Diğer insanları etkiler, İslâm ile insan buluşur/buluşturulur. Medeniyetimizde buluşunca Batı’nın uygarlığının nasıl bir ‘cinnet toplumu’ meydana getirdiğini görürüz. Vahşet ve katliamı; senelerce insan hakları, demokrasi adı altında yutturanların foyası, Batı’nın gerçek yüzünü en son Gazze’de gösterdi. Kendi insanı her hâl ve mekânda protesto etti. Kendimiz olalım, kendi dilimizle konuşalım, kendi kavramlarımızı öğrenelim derken yerleştirdikleri pek farkında olmadığımız için kullandığımız bir kelimeye dikkat çekmek istiyorum.
Tevfik ve başarı kelimeleri, aralarındaki anlam ayrılıklarına rağmen nasıl yerleştirdikleri iki ayet mealinden kolayca anlaşılmaktadır. “Vemâ tevfikî illâ billâh” (Hûd 88) Bu, ‘Allah’ın yardımı olmadan bir başarım yoktur’ demektir. Tevfik kelimesi yerine ‘başarı’ deyip geçersek “tevfik” kavramının anlamına yabancı kalırız. Çünkü “tevfik” herhangi bir başarı değildir. Ne zaman “muvaffak” yâni başarılı olur? Kendi niyeti ve gayreti Allah’ın rızasına ve takdirine uyduğu anda. Demek ki “tevfik” Hak yola kavuşma, Hakk’ın rızasına ve takdirine uygun bir işi yapma demektir. “Ben yalnız O’na (Allah’a) güvenip dayandım ve yalnız O’na dönerim.” Ayetin mealinden de “tevfik” ve ‘başarı’ kavramları eş anlamlı değildir. Bir bilinç ifadesidir. Çünkü Tevfik’in bizi Allah’a bağlayan anlamı ile bugün nefsin her istediğini yerine getirebilmesi anlamında yüceltilen ‘başarı’ kavramı arasında uçurum vardır. Mümin önüne konan her şeyi kabul etmez. İsterse önüne konan iştah kabartan bir hayat tarzı, herkesin övdüğü bir bilgi, bir moda, bir meslek, bir ticaret olsun. Bütün dünya onu vazgeçilmez görse dahi kul; yapılan her teşebbüsün Allah’ın koyduğu ölçülere uyup uymadığına bakar. Kararını ona göre verir. Kutsallaştırılan laiklik, sekülerizm, paganizm, vb. her şey çöpe atılır. Kelimeyi şehadetteki “Lâ” hayata yansıtılmış, “illâ” irtibatı kurulmuş olur. Önce putları imha sonra Rabbinin kulu olduğunu ihya gerçekleştirilmiş olur.
Görünen gövdenin, dalların ve yaprakların görünmeyen temellerini de köklerini de öğrenmemiz, düşünmemiz, özümsememiz gerekiyor.
HABERE YORUM KAT