1. YAZARLAR

  2. Ahmet Taşgetiren

  3. İçerden Bir Çığlık
Ahmet Taşgetiren

Ahmet Taşgetiren

Yazarın Tüm Yazıları >

İçerden Bir Çığlık

03 Ağustos 2016 Çarşamba 03:03A+A-

 “Sıkı dokunmuş” bir hareketin çözülmesinin kolay olmadığını, bizzat kendi tecrübemle biliyorum. Mücadele Birliği'nden ayrıldığımda en yakınlarımı ikna edememiştim. Cemil Çiçek'ler bir grup olarak benden önce ayrılmıştı. Onlarla ilişkiyi kesmiştik. Ben 1978'de ayrıldım. Aradan beş-on yıl geçti, ayrıldığımda bana inanmayanlar da ayrıldı. “Lider”e yakın olmuşlardı ve “Liderin arkasından gidecek birisi olmadığı”nı görmüşlerdi. Ama hala ayrılamayanlar var. Bu da işin başka dramatik yanı. “Büyünün bozulması” kolay değil.

Önümde bir açık mektup var; Fethullah Gülen'e yazılmış.  Altında “Cemaat abilerinden bir grup” diye bir imza var. Açık isimler yok. Ama mektubun muhtevasına baktığınızda “içerden” bir grubun yazdığını anlıyorsunuz. Belki ilerde açık imza ile de ortaya çıkarlar.

Mektup bence çok önemli. “Cemaat” bünyesinde şu veya bu sebeple bulunmuş herkesin okuması lazım.

“Yapı”ya ilişkin pek çok değerlendirme yansıyor medyaya. İtiraflar var, (Ferhat Sarıkaya'nın, Muhammed Uslu'nun itirafları) onlar da çarpıklığı her haliyle ortaya koyuyorlar. Ancak bütün iddiaların varıp, “Savaşta her şey meşrudur” gibi bir zihniyet duvarına çarpıp parçalanması muhtemel. “Biz bunları biliyorduk ve ulvi bir dava için bunların yapılması meşru” gibi bir zihniyet duvarı, her gayr-ı meşruluğu hazmedebilecek kapasite oluşturuyor. Ne yazık ki.

Bu mektup “içerden” bir mektup. Yapı bünyesindeki “samimi” insanların yaşayacağı yıkımı gören ve buna rağmen  “Haydi bir cesaret gösterin, bu bile bir kurtuluştur” diyen bir ses. Tabandaki insanların bilemeyeceği, vakıf olamayacağı bilgilere vakıf olan bir grup bu.

Yapı bünyesindeki insanlar belki medyada yazılıp çizilenleri, “düşmanca, ön yargılarla” yazılmış şeyler diye okuyup, bağlılığı sürdürme gerekçesi olarak değerlendirebilirler. Oysa bu mektubu, diyelim bir ay, iki ay, beş – on ay, bir – iki sene sonra kendilerinin yazacağı mektuplar olarak okuyabilirler. O zaman diyelim “Gülen'in fetvası ile” başını açan kadın, eşine başını açtıran subay, çalınmış sorularla sınav kazanan ve ahirette bunun hesabını nasıl vereceğinin derdine düşen genç yürek yangınını nasıl söndürecek? İnsan, kendi vicdanına ne kadar baskı yapabilir ki? Hele o vicdan, “Allah korkusu” ile de yüklenmişse... Harp hiledir anladık, yahu arkadaş, yanıbaşındaki kardeşine karşı da mı hiledir harp? Siperdeki arkadaşını vuracak kadar da mı hiledir harp?

Mektubun sonunda şöyle deniyor:

“Son olarak cemaate Allah yolunda hizmet etmek için gönül vermiş, masum ve kandırılmış kardeşlerimize seslenmek istiyoruz. Bir kısmınız son 3-4 yıl içinde durumu anlayarak cemaatten koptu, fakat bir kısmınız da karşı propagandalara inanarak, bunca yıldır yüksek idealler peşinde koştuğunuzu düşündükten sonra cemaat üzerinden kimlik bulmanın da etkisiyle cemaatten ayrılamadınız. Fakat lütfen bu darbeyi cemaatin yetiştirdiği askerlerin yaptığı bu kadar netken, halen bu işin bir İslam davası olduğunu sanmaya devam etmeyin. İslam tarihi çok kalleş gördü ama bu derece bir kalleşlik hiç bir zaman yapılmamıştı. Sadece siz değil, hepimiz, tüm ülke olarak kandırıldık. Fakat nefesimiz daha bitmedi. Bundan sonraki hayatımızı yaptığımız hataları düzeltmek için kullanma imkanımız halen var. Sizin de kabul edeceğiniz gibi insanların ne dediği az önemlidir, esas önemli olan Allah’ın ne dediğidir. Allah doğruluk, adalet, merhamet üzeredir ve bizden de öyle olmamızı ister. Allah tövbeleri kabul edendir, yeter ki tövbe etmeyi bilelim.”

Mektup, bu çağrı paragrafına gelinceye kadar “Yapı içi”  çok önemli bilgiler veriyor. Bence mektubu anlamlı kılan hem bu inandırıcılığı, hem de samimiyeti. 

Yapı içinde çok samimi insanların bulunduğunu biliyorum. Bence “Aklımızı kurtarma” zamanı geldi, geçiyor.

Fethullah Gülene Açık Mektup!

“Bizler size bir zamanlar her şeyden çok inanarak sevmiş ve on yıllarca bir çok hizmette bulunup, binlerce insana “asrın imamı” diye sizi anlatmış bir grup insan olarak, bu ülke insanlarına son yaşattığınız vahim olaydan sonra bu mektubu yazmayı ülkemize ve milletimize karşı vefanın bir gereği olarak görüyoruz.

“Siz kırk yılı aşkın bir zamandır, çocukluktan ahir ömürlerine kadar pek çok insanın hayatlarının en birinci belirleyicisi, yön vericisi oldunuz. Olumlu yönüyle bakılırsa yüzbinler bu vesileyle din ile tanıştı, sevdi ve seve seve ömrünü, malını, canını inandığı bu dava uğruna feda etti. Bizim gibi on binlerce genç liseden, üniversite yıllarına, oradan aktif meslek hayatlarına kadar sizin vaazlarınızda anlattığınız sahabelerle, Musablar’la, Ammarlar’la, Bilaller’le kendini özdeşleştirdi.

“Hizmetin ilk yıllarında samimane yapılan işlerden olan; yeni talebeler ararken de, gazete satarken de, burs ve himmet toplarken de hep bu sahabe ruhuyla hareket etmeye çalıştılar. Allah, art niyetlerinizi bilmeden dine hizmet ettiğini düşünen bu insanların hayırlarını kabul etsin.

“Bu kırk yıl içinde cemaatte itirazlar ve eleştiriler de yok değildi. Cemaate girerken dini alt yapısı olan bazı arkadaşlar, cemaatin bazı söylem ve eylemlerini sorgulasalar da, ev abiliği, semt, bölge, il, eyalet, ülke derken artan konum ve kademeler, en muhalif düşünce sahiplerini bile küçük birer hocaefendi yaptı. Aykırı düşünceleri olanlar eğer semt, bölge geçişlerinde elenmedilerse, tenkitlerine ancak geldikleri konuma zarar vermeyecek şekilde devam ettiler. Kimi zaman sözlü ve yazılı size iletilen tenkitlere karşı siz mutlaka İslam tarihinden örnekler vererek cevap verdiniz. Çoğu zaman da iyi polis rolünde dinleyerek mahremine vakıf olduğunuz o insanları arkadan verdiğiniz talimatlarla bitirdiniz. Bunun en bariz örneği 35 yıl boyunca yüzüne gülerek mütevellilerde konuşma yaptırdığınız Latif Erdoğan hakkında bütün imam ve bölgelere talimat vererek: “Dikkat edin! O kişi hoca efendinin yerine geçmek istiyor” dedirttiniz. Ahmet Keleş’in harcanma sebebi ise sizi taklit etmesi ve etrafına esnaftan cemaat toplamasıydı. Tabii bunların ayak oyunları olduğunu çok sonra öğrendik. Hatta 2 sene öncesinde dönemin başbakanı ile görüşmeye gittiler diye Harun Tokak, Ali Bayram ve Recep Uzunallı’yı bile 40 yıllık hizmetlerine bakmadan hain ilan edip şu an medyaya yansıyan yerlerine sürgün ettiniz. Sizin bu yıldırmanız üzerine ayrılamadıkları için aranan 73 hain listesinde yer aldılar. Üst seviyedeki baskıları kötü polis rolünde olan Mustafa Özcan üzerinden genelde maaş keserek ve dışlayarak yürüttünüz. Aşağıdaki kalkışmaları ise üst seviyedeki insanlara verdiğiniz cezalarla korkutarak bastırdınız. Nihayet robot gibi, düşünmeden hareket eden imamlar ve cemaat ordusu yetiştirdiniz. Her ne problem olursa olsun eğer size ulaşmışsa mutlaka ilgilenilir, fakat o insan çoğu zaman sadece teselli ile yetinirdi. Bütün bu görünen çerçevede İslam tarihi, tatmin etmek için en büyük malzeme olarak kullanılırdı. Her mağduriyet Allah yolunda bir madalya, her başarı cemaatte olmanın bir zaferiydi.

“Ancak ev abiliğinde başarılı görülüp semt abiliğine geçiş yapanlar kod adı “Hususi ve Şurti” olan “Asker ve Polis” hizmetleri yani askeri okullara ve polis okullarına adam yetiştirme olarak adlandırılan derin hizmetle tanışırdı. “Esas hizmetimiz budur. Askeri okullara bir adam sokmak, bir yurt, bir okul yapmak gibidir. Bütün okullar ve yurtlar kapansa önemi yok, yeter ki hususi hizmetler devam etsin“ tarzı söylemlerle motive edildik. Artık her yönüyle kamuoyuna mal olmuş bu devlete sızma süreçlerinde en büyük motivasyon sizin şu öğretinizdi: “Eğer her evden bir çocuk askeri okullara veya polise girmezse o aile reisi indallah hesap veremez”. Artık bizim için okulun, ailenin, geleceğin hiçbir önemi yoktu. Mademki ülkenin geleceği bu hizmetlere bağlıydı gerisi önemsizdi. Sınav sorularının çalınması ve öğrencilere verilmesi daha 1989 yılında başlamıştı. Bu hırsızlıkların da bir tek açıklaması vardı, savaş ortamında bu yapılanlar mübahtı. Abiler bütün bu hırsızlıklar olurken size sorduklarını ve izin vermediğinizi söyleyerek sizi temize de çıkarıyorlardı. Daha sonraki bütün zamanlarda ve usulsüz olaylarda siz hep haberi olmayan iyi polis rolüne devam ettiniz. Fakat cemaatin üstünü bilenler sizin izniniz olmadan cemaatte hiçbir şeyin yapılamayacağını da bilirlerdi. O dönem en başarılı çocukları askeriye, başarısı daha düşük olanları da polis okullarına soktuk. Gördük ki Polis Akademisi’ne giren çocuklar da 17-25 Aralık operasyonlarının beyin takımını oluşturdular.

“Yine 1990-91’li yıllarda değişen hükümetlerle yapılan pazarlıklara bağlı olarak mesela Oltan Sungurlu döneminde bölge imamları, semt imamları, yargıya girdiler. Hatta alevi dedelerinden referans bulmak suretiyle yargıya sızmak en çok Seyfi Oktay döneminde oldu. O dönemde yargıya giren ve bölge imamı seviyesine gelmiş insanlar son 5 yılın özel savcıları oldular ve bir kısmı da Yargıtay, Danıştay gibi yüksek mahkemelere atandılar. Hemen hepsi liyakatli olan bu ehil insanlar emirleri abilerden aldıkları için asla dini anlamda emin insan olamadılar. Oysa mümin emin insan demektir. Normal hayatlarında çok ahlaklı olan bu insanlar gelen emirleri kayıtsız şartsız uygulayarak birer militana dönüştüler. Son 5 yıldır onlara yaptığınız telkinlerle Tayyip Bey’i şeytan ve Türk halkını de uyutulmuş olarak gösterdiniz. Bu gün 3.000 civarı olarak açıklanan o isimler içerisinde özel davalara bakanların çoğu cemaatte en az semt imamlığı yapmış isimlerden oluşuyor. Görünen o ki 17-25 denemesinin öncesinde yüksek yargıya hâkim olmak istediniz ve oldunuz. 2010’da referandum desteğinizin perde arkası da sanırız bu plandı.

“Bugün görevden alınmış olan ve kayıplara karışan Fikret Seçen, Mehmet Yüzgeç, Celal Kara bölge imamı, eski Ankara başsavcısı İbrahim Kuriş (şu anda kanser tedavisi görüyor) ise en kıdemli bölge imamı idi. Yargı imamı olan Nazmi Dere (eğer değişmediyse) bütün bu kadroların listesini bizzat bilen kişiydi. Aynı dönemin kaymakamları veya maliyecileri de birbirlerini gayet iyi tanırlar. Buna rağmen halen inkara devam edip, bu insanların hepsini yüzüstü bırakıyorsunuz.

“Bugünlere gelinceye kadar askeriyede itirafçı olacak onlarca insanı baskılarla engellediniz. Evlilikleri bile kontrol altında olan bu insanlar her bir yandan kuşatıldılar. Yine 1990’dan sonra 2-3 kişilik gruplara ayrılan subaylar murakıp denilen takipçi imamlar yanında sohbet etmek ve tabii biraz da moral olması için zengin mütevellilerin genç çocuklarına bağlanarak sohbet ettirilmeye başladılar.

“Yine 1990 yılından sonra yurtdışı açılımı ve hizmetlerin büyümesi, cemaatin finans ve itibarının artması bu derin faaliyetleri daha da hızlandırdı. 2010 yılına geldiğimizde artık her güç odağının yanına uğramadan iş yapamayacağı hale gelen cemaat, devleti ele geçirdi ve operasyonlar başladı. Daha 2004 yılından itibaren Koç Grubu Ali Koç’u, Sabancı Grubu Ali Sabancı’yı sizinle irtibat için aracı tayin ettiler. O dönem İstanbul imamı olan Ahmet Kara, bu kişilerden Ali Abi diye bahsetmeye başlamıştı. Cemaatin kirli operasyonlar sorumlusu olan Ahmet Kara aynı zamanda Mustafa Özcan’ın da kara kutusu olduğu için Mustafa Yeşil gibi ilk onları yurtdışına kaçırdınız.

“1980’den beri kimi zaman kamuoyu oluşturmak istediğiniz bir konuda taksilere binip, taksicilerle, dolmuşçularla kulis yapıp fısıltı gazetesiyle kamuoyu oluşturduk, kimi zaman da siyasilere adamlar gönderdiniz.

“Bütün bu süreçler devam ederken çıkan bütün arızalar yine sizin izahlarınız ile bertaraf edildi. On yıllar boyunca sistemi sorgulayan isimler ve fikirler hain ilan edilerek dışlandı. Son on seneye gelinceye kadar yaşanan problemler de sizin birkaç yüzlü tavırlarınız ile bastırıldı. Ya da en kötü ihtimalle “Hoca efendi çok üzülüyor ama ne yapsın etrafındakiler..." tarzı söylemlerle hatalar başkalarına mal edilerek geçiştirildi.

“Altunizade beşinci katta yaptığınız il ve ülke imamları toplantılarına Amerika’ya (sebebi şimdi ortaya çıkan) hicretinize (!) kadar katıldık. O toplantılarda aslında sizin ne kadar gaddar olabileceğinizi ve en küçük bir arızayı nasıl en sert tedbirlerle çözdüğünüzü gördük. Ön planda her zamanki gibi İslami yorumlar yaparken o toplantılarda Cuma akşamı hazırlanan ve bazen 200 maddeyi bulan ruzname iki gün boyunca size soruluyor ve her konuyla ilgili direk talimatlar veriyordunuz. İşin garibi Kazakistan’dan, Moldova’ya, oradan Türkiye’deki emniyete ve askeriyeye kadar bütün bürokratları isimleriyle tanıyor ve yorum yapıyordunuz. Bütün dünyanın bilgileri imamlar ve o ülkedeki yapılanmalar sayesinde size sel gibi akıyordu.

“Bu cemaatte 3-5 yıl kalmış hemen herkes Kara, Deniz, Hava gibi kuvvetlerin 1990’a kadar Büyükçelebi, Şengül, Özcan vs. gibi büyük abilere ve onların bir altında tabii takma isimleriyle Murat Ceylan, Sadık Tapkan, Veli ... vs. gibi gerçek isimlerini sadece kendilerinin bildiği insanlara bağlı olduğunu biliyor. Askeri işlerle uğraşan bu insanların isim ve soy isimleri sürekli değiştiği gibi kişiler de sürekli değişirdi. Siz Amerika’ya hicret (!) ettikten sonra da o yapının başat isimlerinin bir kısmı Amerika’da eyalet imamı oldular. Tabii şu anda Murat Ceylan gibi isimler belki beşinci eyalet değişikliğini yapmıştır ve yeni ismini de ancak oradakiler bilir.

“2004 yılında ABD’de bir sohbette “Benim, CIA, MOSSAD gibi teşkilatlardan endişem yok, hatta çamaşırlarının rengini bile biliyoruz. Benim endişem kardeşlerimiz arasındaki kavgalar” diyordunuz. Tabii biz bu uluslararası örgütlerin çamaşırlarını bile nereden bildiğinizi soramıyorduk.

“Hâsılı, karşımızda İslam düşmanları vardı. Askeriyeden polise, oradan yargıya ne yaparsak gelecek güzel günler için yapıyorduk.

“Askeri okullardaki öğrencilere ilk zamanlar içkiye atılan tablet ile çözüm üretilirken, deşifre olunca 1-2 kadeh fetvası, sonra daha pek çok fetva yavaş yavaş verildi. Abdest parça parça alınıp, namaz gerekirse tuvalette veya televizyon izlerken (çocuklara defalarca yaptırdık bu rezilliği) kılınabiliyordu. Hatta zor fetvalarda çocuklara kendi vicdanlarıyla hareket etmelerini söyleyip önünü açık bırakıyorduk. Sonuçta bir savaştaydık ve her şey mubahtı.

“Yargıdan eğitime kadar herkes takiyye yaparken Hasan Can, Yavuz Sultan Selim örneği verilirdi. Güya Hasan Can casus olarak kilisede papazlık yapmış ve: “Sultanım beni buradan al. İçki içip, istavroz çıkarmaktan namazlarımdan zevk alamıyorum” demiş. Bunun üzerine Yavuz Sultan Selim: “Orada kal, yerine başka adam yok” demiş. Daha birçok örnekle her şeye harp hukukuna sokularak fetva veriliyordu. Detay problemlere girmeden son iki senedir sohbetlerde yaptığınız gibi Allah, Peygamber, Sahabe hep sizinleydi ve tek gayeniz “Ruhu revanı Muhammedinin dünyanın her yerinde Şehbal açmasıydı“. Bu cümle Yahya Kemal’in ezan şiirinden alınmış ve bir hadise işaret eden cümleydi. Okullarda CIA elemanlarının çalışması ve dini herhangi bir çalışma yapmamak gayet normaldi. Yoksa o ülkede hizmeti deşifre etmiş ve gelecek nesillerin hakkına girmiş olurduk. Kitaplara sığmayacak bu konuların neredeyse tamamı deşifre olduğu için daha fazla üzerinde durmayacağız.

“2007'den beri yurtdışı, yurtiçi bütün mensuplarına Tayyip Erdoğan düşmanlığı aşılamaya başladın. Gerekçesi de Tayyip Erdoğan’ın seni kıskanması ve cemaati bitirmek istemesiyle izah ettin.

“Tüm yaşananlara rağmen halen her zamanki gibi sohbetlerde farklı arka planda farklı konuşuyorsun. Daha birkaç gün önce başarısız darbe girişiminden sonra yabancı basın mensuplarına anlattığın IŞİD ve Suriye senaryolarını 2010’a kadar gizlice telkin ettin. Çünkü daha yargı tam olmamıştı. Ne zaman ki Danıştay, Sayıştay, Yargıtay, AYM cemaatin eline geçti, aynı senaryoları bütün kadrolarla yurt içi ve yurt dışında anlattırmaya başladın. Bütün istihbarat ve devlet içi elemanların senaryolar yazmaya başladılar. Önce üst başlıklar belirlendi, sonra emniyetçiler, yargıçlar ve diğer bütün bürokratlar eliyle deliller toplandı. Bütün bunlar 17-25 darbesi içindi. Fakat öyle bir güç zehirlenmesi vardı ki bölge imamından semt imamına kadar 2012’den itibaren her yerde: “2014 Aralık ayında Tayyip kaçacak” şeklinde yaymaya başladın. Artık CIA, MOSSAD ve senin Cemaatin organize çalışıyordu. Bunları gören insanların söyledikleri her şey bastırılıyor ve hain damgası yiyerek dışlanıyorlardı. Askeriyedeki cemaat dışı kadrolar Sarıkız, Balyoz, Ay Işığı gibi davalarla bitirilerek şimdi darbe yaptırmaya kalktığın askerlerin önü açıldı. Pek çoğu daha 40 yaşına geldiklerinde general oldular. 30 senedir senin talimatların ve dini tevillerinle esir alınmış beyinleriyle bütün şer senaryolarını hayata geçirdiler. Sen her zamanki gibi binde birini bile tanımazdın (!) Oysa senin tanımadığın ve 30 yıldır senin dizinin dibinde ders gören Adil Öksüz gibi imamlar aracılığıyla sana sormadan adım atmazlardı.

“Görünen o ki son 3-4 yıldır dış güçlerin kucağında her istediklerini yaptın. Tabandaki bazı kişiler halen senin dini söylemlerine inanmaya devam ediyorlar. Sana yakın kesimdeki hainler ise ya bu sistemden nasiplenmeye devam ettiklerinden ya da senin gibi başka çıkış yolları kalmadığından vatanlarına, milletlerine en önemlisi de dinlerine ihanet etmeye devam ediyorlar.

“Tanımam dediğin ve onlar da itiraflarında seni tanımadıklarını söyleyerek harp hukukuna göre takiyye yaptıklarını düşündükleri şu ortamda hangi bir yalanı yazalım bilemiyoruz. O generaller bütün rütbelerini senin elinden almadılar mı? Sen her defasında onlara özel kalemler, saatler hediye etmedin mi? Onlar da sana yüzüklerini ve kılıçlarını hediye etmediler mi? Orta sınıf bir imamda bile bir sürü hediye kılıç varken sen nasıl hiçbirini tanımadığını söyleyebiliyorsun. Bütün o oramirallere sembolik olarak rütbeleri sen taktın. Yakalanan ve henüz deşifre olmamış yüzbaşı ve üzeri bütün rütbeliler senin yanına bir-iki defa gelenler tarafından bile görülmüş kişiler. Kaldı ki üst düzey görev yaptığı halde harcadığın şu an medyaya konuşan zatların da tanıdığı onlarca isimler var. Buna rağmen halen yalan, halen inkara devam ediyorsun.

“Sen milletine, ülkesine ihanet ederken bile ülke hasreti edebiyatını gözyaşı ile yapabilecek kadar, numarada zirveye çıkmış birisin. Biz bir dönem sana gönlünü kaptırmış insanlar olarak seni ve tabandaki masum arkadaşlarımızı uyarıyoruz. Tarih boyunca Cem Sultan gibi milletinden kaçarak, düşmanın kucağına düşenler iflah olmadılar. Bu darbeye katılan askerleri, cemaatte yüzlerce kişi tanırken, halen inkar etmeye devam edecek misiniz? Hayatının bu son yıllarında her şey ortaya çıktıktan sonra bile de yalana devam edecek misin? Bu nasıl bir yalanlama ve nasıl bir yüzsüzlüktür? Madem bu işi binlerce kişiyi ateşe atarak yaptırıyorsun, o zaman onlarla birlikte olup ceremesini de birlikte çekmen gerekmiyor mu? Yoksa dünyadaki vatanına ihanet eden tüm prensler, şehzadeler, paşalar, fikir önderleri gibi sen de kendi ülkesi hakkında projeleri olan başka bir ülkenin yedeğinde kalacak mısın? Vatanına, milletine, diğer müslümanlara ve son olarak kendi yetiştirdiğin bu insanlara ihanet etmek hangi kitaba sığar? Amerika’da tutsaksan ve gelemiyorsan, bunca insanın canına kıydırdıktan sonra, tövbe edip Allah için hayatına son vermek de düşünmen gereken bir seçenektir.

“Son olarak cemaate Allah yolunda hizmet etmek için gönül vermiş, masum ve kandırılmış kardeşlerimize seslenmek istiyoruz. Bir kısmınız son 3-4 yıl içinde durumu anlayarak cemaatten koptu, fakat bir kısmınız da karşı propagandalara inanarak, bunca yıldır yüksek idealler peşinde koştuğunuzu düşündükten sonra cemaat üzerinden kimlik bulmanın da etkisiyle cemaatten ayrılamadınız. Fakat Lütfen bu darbeyi cemaatin yetiştirdiği askerlerin yaptığı bu kadar netken, halen bu işin bir İslam davası olduğunu sanmaya devam etmeyin. İslam tarihi çok kalleş gördü ama bu derece bir kalleşlik hiç bir zaman yapılmamıştı. Sadece siz değil, hepimiz, tüm ülke olarak kandırıldık. Fakat nefesimiz daha bitmedi. Bundan sonraki hayatımızı yaptığımız hataları düzeltmek için kullanma imkanımız halen var. Sizin de kabul edeceğiniz gibi insanların ne dediği az önemlidir, esas önemli olan Allah’ın ne dediğidir. Allah doğruluk, adalet, merhamet üzeredir ve bizden de öyle olmamızı ister. Allah tövbeleri kabul edendir, yeter ki tövbe etmeyi bilelim.

Kamuoyuna arz ederiz.

Cemaat abilerinden bir grup

STAR

YAZIYA YORUM KAT