1. YAZARLAR

  2. SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

  3. ‘İç-Savaş’ Yolunu Tıkama Çabalarına Destek Sorumluluğumuz
SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

Yazarın Tüm Yazıları >

‘İç-Savaş’ Yolunu Tıkama Çabalarına Destek Sorumluluğumuz

14 Mart 2013 Perşembe 05:42A+A-

[email protected]

Bugünlerde, Türkiye’nin son 30 yılına damgasını vurmuş olan ve terör mes’elesi diye isimlendirilse bile, gerçekte bir iç- savaş şeklinde gelişen buhranın, krizin çözülmesi yolunda önemli adımlar atılıyor.

Bu arada, yıllardır, teröre karşı mücadele için, Öcalan’ı adres olarak gösteren BDP de, sözünün dinlenmiş olmasının mutluluğunu yaşıyordur herhalde.. Çünkü artık, Öcalan’la açık görüşmeler yapılıyor ve o da özellikle MİT’in gözcülüğünde yapılan bu görüşmelerden ve bizzat MİT’ten çok umutlu olduğunu hissettiren ifadeler kullanıyor. Hatırlayalım ki, geçmişteki bir MİT Müsteşarı, ’9 yıl oldu, biz Öcalan’la bir kez bile görüşemedik, onun korunması askerlerin elinde..’ şeklinde yakınmıştı.

Konunun daha iyi anlaşılması için şu anekdotun aktarılmasında da fayda olsa gerek.. Adalet eski bakanlarından M. Ali Şahin, birkaç ay önce şöyle demişti, (özetle): ’Adalet Bakanı olduğum sırada, bir gün MİT Müsteşarı ziyaretime geldi ve Öcalan’la görüşmeye gideceğini ve özel bir isteğimin olup olmadığını sordu..

Gerekli olanları söyledim ve 10 gün kadar sonra tekrar geldi MİT Müsteşarı.. Görüşmenin nasıl geçtiğini sordum. Görüşemediğini söyledi. Hayret etmiştim.. Sebebini sorduğumda anlaşılmıştı ki, Bursa Garnizon Komutanı, MİT Müsteşarı’nın İmralı’ya gitmesine izin vermemişti’!!

Evet, böylesine dönemlerden geçildi.

Şimdi artık, o engellemeler ve askerin kendisine göre bir siyaset proğramı ve Öcalan’a da bir hatt-ı hareket belirlemesi dönemi geride kalmışa benziyor..

 

’Derin Devlet’ güçleri büyük çapta etkisiz hale gelmişken..

Unutulmamalıdır ki, 13 senedir İmralı’da tutulan ve son 1 senesi hariç, 12 senesi yapa-yalnız bir odada tutulan Öcalan, sadece son 1 yıldır, yanına verilen 3-5 kişi ile hiç değilse günde bir-kaç saat görüşme imkanı bulabiliyor, anlaşıldığına göre.. Yılları, böylesi bir tecrid ve yalnızlık içinde geçen bir insanın psikolojik açıdan nasıl olduğu/ olacağı hakkında tahminde bulunmak zor olmasa gerek..

Esasen, onunla yapılan görüşmenin tutanaklarından açıklanan -ve bunun için de, kendi içlerindeki ’fare’ler eliyle dışarıya sızdırıldığı, sonunda BDP’ce itiraf edilmek ve özür dilenmek zorunda kalınan- Öcalan’a aid güç gösterili beyan ve iddiaların ne kadar sağlıklı bir kafa yapısının ürünü olduğunu ayrıca zikretmeye gerek yok.. Bu, onun şartlarında normal de karşılanabilir. Hele, ’MİT Başkanı’nın tutuklanmasını ben önledim, darbeyi ben önledim, AK Parti’ye iktidarı altın tepsi içinde sunan da benim!’ gibi sözler karşısında, başka izahlar yapılamaz.. Ortada bir megalomania’nın, kendisini en büyük görme saplantısının varlığından söz edilebilir ki, bunu siyasî mücadeleler içinde olan niceleri için de fazla görmemek gerekir. Çünkü, liderlik iddiası, çoğu kimseyi, kendisinin vazgeçilmez olduğu saplantısına sürükler. Bunun hem bizim son yüzyıllık tarihimizde, hem de dünya tarihinde bunun sayısız örnekleri vardır..

Kezâ, MİT’le işbirliğinden bu kadar memnun olduğu o notlarda da görülen Öcalan’ın bu durumu, tarafdarları-bağlıları üzerinde nasıl bir etki uyandırdığının tesbiti ayrı bir mes’eledir.

Belki Öcalan’ın ve tarafdarlarının tek tesellisi, onun, PKK örgütü ve tarafdarları üzerinde hâlâ da etkili olduğunu isbatlamış olmaları olsa gerek.. Bu da tamamen yanlış sayılamaz, herhalde.. Hatırlanmalı ki, 5-6 ay öncelerde hapishanelerde ülke çapında başlatılan ve 600 küsur mahkûm veya tutuklun başlattığı ve onlarca kişinin ölüm sınırına yaklaştığı açlık grevlerinin durdurulması için Hükûmet’çe gösterilen çabalardan netice alınamazken, onun bir işareti o eylemleri durdurmaya yetmişti..

Hükûmet de, o eylemlerin ölümlerle neticelenmesinden derin tedirginlik duyarken, Öcalan’ın o eylemciler üzerindeki etkisini net olarak görmek fırsatını bir kez daha bulmuştu..

*

İşin bu tarafı, karşılıklı parmak ısırma yarışı halet-i ruhiyesi içinde geçti denilebilir.

*

Ancak, görülmesi gereken ilginçi biri nokta, Öcalan’ın artık eski zannlarından kurtulmuş olması ihtimalidir. Çünkü o, eskiden Derin Devlet güçlerine, askerlere umut bağlamışken, artık ve AK Parti hükûmeti’ni ’M. Kemal Cumhuriyeti bitti, Tarikatlar Cumhuriyeti başladı..’ diyecek kadar ve TSK içinde hep var olagelen darbe heveslisi kemalist askerler kesiminin hoşuna gidecek şekilde suçladığı AK Parti Hükûmeti’nin, ülkedeki Derin Devlet güçlerini büyük çapta kontrol altına aldığını görünce, yeni siyasetler geliştiriyor.

Ayrıca, bu noktaya gelinmesinde, güvenlik güçlerinin hele de son bir yıla yakın süre içinde, gerilla/ çete savaşlarına karşı sergilediği mukabil taktiklerin etkili olmasının PKK üzerinde bir moral bozukluğu meydana getirdiği iddialarının kenarından da kolayca teğet geçilemez, herhalde..

 

’Yerleşim birimlerini ele geçirmek’ taktiğinin tutmaması önemliydi.

Öte yandan, PKK silahlı eylemcileri, 5-6 ay öncesinde, Şemdinli, Uludere gibi yerleşim birimlerini ele geçirmek için, geceleri yüzlerce kişiyle başlattığı saldırılardan netice alamamıştı, - o günlerde BDP lideri Selahattin Demirtaş’ın, ’bugün 400 km. karelik bir alan PKK’nın kontrolündedir’ demesine rağmen..- Ve, PKK silahlı unsurlarına ağır kayıplar verdirilmişti..

Halbuki o saldırıların hedefi, sivil yerleşim birimlerindeki devlet kontrolünü kırıp, o yerlerde kendi hâkimiyetlerini ilân etmek ve bunun diğer şehirlere de sıçramasını sağlamak ve hükûmetin de, bu sivil yerleşimi birimlerini, -tıpkı Beşşar Esed’in Suriye’de yaptığı gibi- ülke bütünlüğünü korumak adına, bombardımanlarla ezip geçmesinin yolunu açmak idi.

Halbuki, öyle bir ihtimal, Tayyîb Erdoğan ve Hükûmeti için bir intihar mesâbesinde olurdu. Düşünülsün ki, PKK tarafından yerleşim birimlerini ele geçirmekte öyle bir başarı elde edilse ve o durum çevredeki yerleşim birimlerine de sıçrasaydı, o zaman, 1925 -Diyarbekir, 1930- Ağrı, 1937-Dersim örneklerini tekrarlatmak isteyen asker kafası veya belli bir kamuoyu baskısı, Tayyîb Erdoğan’a, Dersim Katliâmı üzerine söylediklerini unutturup, onu da benzer devlet refleksine sürüklemez miydi?

*

Bu mes’eleyi ve etrafındaki gelişmeleri sadece Türkiye’nin bir iç-mes’elesi olarak da değerlendirmemek gerekiyor.

Hele de, Ortadoğu’da çeşitli etnik unsurlar adına yığınla devletlerin kurulduğu son 100 yılda, kürd halkının, en azından 4 ayrı ülkenin coğrafyaları içinde bölündüğü hatırlanırsa.. Böyle bir tablodan, kendi emellerine göre neticeler devşirmek isteyen yığınla devletler veya emperyalist güç odakları olacaktı, tabiatiyle..

 

Bu mes’ele, şeytanî güçlerin Ortadoğu’yu yeniden düzenlemek oyununun bir parçasıdır.

En başta da, Amerikan emperyalizmi ve onun bölgedeki uzantısı olan sionist İsrail rejimi ile, Rusya, Fransa, İngiltere, Almanya ve benzerleri başta olmak üzere, nice devletlerin bu bölgede kendileri için bir hayat ve hareket alanı açmak isteyecekleri açısından düşünüldüğünde, konu daha rahat anlaşılabilir.

Nitekim, PKK’nın kendisine üss olarak seçtiği Kandil Dağı, Irak içinde olsa bile; hem Bağdad’daki merkezî hükûmetn başkanı Mâlikî ve hem de Irak Kürdistanı’ndaki bölgesel Kürd Yönetimi’nin başkanı Mes’ûd Barzânî, bu bölgenin kendi kontrollerinde olmadığını, işgalci Amerikan birliklerinin kontrolünde olduğunu açıkça ve defalarca belirtmişlerdi.

Yani, Türkiye ile NATO’da 60 yıldır müttefik olan ve ayrıca ikili stratejik müttefiklik andlaşmaları bulunan USA emperyalizmi, PKK’nın Kandil’de yuvalanıp Türkiye’ye karşı saldırılar yapmasına da; kendilerinin iktidara getirdikleri Mâlikî Hükûmeti’nin 35 yıldır düşmanlık ilişkisi içinde oldukları İran’a yaklaşmasına da göz yumuyordu.. Anlaşılıyordu ki, her şeytanî güç gibi, Amerikan emperyalizmi de Ortadoğu’nun yarınlardaki muhtemel şekillenme projelerine göre bir satranç oynuyor ve 8-10 hamle sonralardaki muhtemel durumlara göre oynuyordu, oyununu..

Bu arada, Kuzey Irak’daki Bölgesel Kürdistan Hükûmeti de, Mâlîkî Hükûmeti’nin ağır baskısı altında kalıyor ve tabiatiyle, İran, Irak ve Suriye rejimleri arasında sıkışık bir duruma düşürülüyordu. Öyle bir durumda, Barzanî, kendilerini koruyabilecek bir bölge gücü olarak Türkiye’ye yaklaşıyor ve AK Parti’nin 2012 Ekimi’nde yapılan büyük kongresine bile dâvet edilebiliyordu.. Halbuki, böyle bir durum, birkaç sene öncesinde hayal bile edilemezdi. Ama, bölgenin şartları yeni kutublaşmaları beraberinde getiriyordu. Böyle olunca da, Türkiye kürdleri arasında azımsanmıyacak bir sempati toplamış olan Barzânî de, Tayyîb Erdoğan Hükûmeti’ne güvenmeleri çağrısında bulunuyor, onun çabalarına destek vermelerini istiyordu, Anadolu kürdlerinden.. Hatırlayalım, Barzânî ile yakın ilişkileri olan Leylâ Zana gibi bir isim bile, ’Kürd Mes’elesini çözecekse, ancak Tayyîb Erdoğan çözebilir, onun bunu çözecek bir anlayışının ve gücünün olduğuna inanıyorum..’ dediği zaman, BDP saflarından fiilen dışlanıyor, tecrübesizlikle suçlanıyor, hafife alınıyordu. Hattâ, PKK’nın Avrupa’daki önde gelen üç kadın elemanının 40-50 gün öncelerde, Paris’te öldürülen Diyarbekir’de yapılan cenaze töreninde bile, Leylâ Zana, onbinlerin olduğu o meydanda, neredeyse yapayalnız bırakılmıştı.

Ama, bugün, BDP ve PKK cenahından hemen herkes, fiilen, Leylâ Zana’nın sözleri ve Barzânî’nin çağrıları doğrultusunda yol alıyor.

 

İslamî sorumluluğumuzun gereğince hareket zarûreti..

Bu gelişmeye, insanî sorumluluk duygusu taşıyan her müslüman destek vermelidir.

Çünkü, T.C. rejiminin ideolojik temelleri ile PKK’nın ideolojik temelleri arasında ayrı etnik unsurlara dayanmak dışında bir farklılık olmasa da, kitleleri etkileyip kavmiyetçilik veya coğrafyacılık, vatancılık gibi duyguları baştâcı haline getiren müslüman kitleler de birbirlerine etnik farklılıklarından dolayı düşman olabilmeleri ihtimali giderek güç kazanıyordu. Halbuki İstanbul, Bursa, Adapazarı, İzmir, Konya, Mersin gibi şehirleri başta olmak üzere, ülkenin hemen her yerinde milyonlar halinde yaşıyan kürd halkı ile, türk veya diğer halklar arasında, bütün şeytanî çaba ve entrikalara rağmen bir düşmanlık meydana getirilememiştir, elhamdulillah.. Bu durum, müslüman halkları bir arada tutan değerlerin, inanç bağının ve bu inancın verdiği insanlık anlayışının, kavmiyet, kan ve dil bağı ya da coğrafya ve toprak aidiyetinin çok çok ötesinde ve üstünde olduğunu idrak sahibi herkese ap-açık anlatmaktadır. İslam Milleti’nin farklı etnik unsurlarının hiç birisini dışlamadan, aşağılamadan, hiçbirisini diğerine üstün durumda göstermeden, hiçbirisinin insan olmaktan kaynaklanan tabiî haklarını gözmezlikten gelmeden, inancımızın ölçülerine göre, sadece taqvâ ve fazilet açısından üstün durumla olanların itibar görmesi gerektiği şeklindeki temel ölçülerle hareket edilmesi halinde, bu kanlı boğuşmaların sonunun getirilmesi bir hayâl değildir. Bereket ki, bugün, bir takım türkçü kavmiyetçilerin sapkın ve taşkın yaklaşımlarına rağmen; kürd etnisitesinden olanlara karşı, kitlevî bir düşmanlık meydana getirilemediği gibi, kürd halkının ekseriyette olduğu bölgelerde de, bir takım kürdçü unsurların çabasına rağmen, kürd olmayan ve hele de türk kavminden olanlara karşı bir düşmanlık oluşturulması yönündeki şeytanî çabalar da başarılı olamamıştır. Üstelik de, klişeleşmiş ifadeyle, 30 bin kişinin öldüğü şeklindeki resmî söylemlerin ötesinde, bu kanlı boğuşmada, onda biri devlet gücü olmak üzere, 60-70 bine yakın insan eriyip gittiği halde..

O halde, Müslümanlar olarak, hayırlı yönde atılan adımlara, bir takım basit hesab ve düşünce(sizlik)lerle köstek olmayıp desteklemek, müslüman coğrafyalarının bu kesiminde akmakta olan kanlı boğuşmanın sona ermesi için, herkes elinden gelen çabayı göstermelidir.

YAZIYA YORUM KAT

1 Yorum