Hz. Peygamberin izleğinde, beraber yaşama modeline dair
Farklı toplum kesimleri arasında ortak yaşama kültürünün ve bu kültürün üzerine inşa edilmesi gereken prensiplerin neler olması gerektiğinin izini, bugün, Efendimizin (sas) izleğinden hareket ederek ele almaya çalışalım.
Önce Kur’an perspektifinden aynı toplumsal çatı altında beraber yaşamanın asgarî ölçütlerini zikredelim:
Allah Teâla: “Ey Muhammed! De ki: Ey kafirler! Ben sizin taptıklarınıza tapmam. Benim taptığıma da sizler tapmazsınız. Ben de sizin taptığınıza tapacak dağilim. Benim taptığıma da sizler tapmıyorsunuz. Sizin dininiz size, benim dinim banadır.” (Kafirun: 109/1-6)
Ve; “Dinde zorlama (ve baskı) yoktur. Şüphesiz, doğruluk (rüşd) sapıklıktan apaçık ayrılmıştır. Artık kim tağutu tanımayıp Allah’a inanırsa, o, sapasağlam bir kulpa yapışmıştır; bunun kopması yoktur. Allah, işitendir, bilendir.” (Bakara: 2/256) buyurmuştur.
Hz. Peygamber (sas) Mekke’de tebliğcisi olduğu dini maalesef özgür bir ortamda insanlara anlatamamıştır. “Sizin dininiz size, benim dinim banadır” ve “Dinde zorlama (ve baskı) yoktur” gibi İslâm’ın evrensel ilkelerini de kendisine inanmayanlara kabul ettirememiş, ve bu zeminde onlarla buluşamamıştır.
Zamanla O’nun davetine inananların sayısı arttıkça Mekke aristokrasisi kendileri gibi inanıp yaşamayan mü’minlere tahammülsüzlüğün en ilkel örneklerini sergilemiş, özellikle de fakir ve savunmasız olanları baskı ve işkencelerle dinlerinden döndürmeye ve bu yeni dine sempatiyle yaklaşanları da bu uygulamalarla caydırmaya çalışmıştır.
Öz değerleriyle ve ötekileşmeden beraberce yaşama şansı tamamen ortadan kalkınca Hz. Peygamber (sas), Müslümanlara inandıkları dini özgürce yaşayabilecekleri Medine şehrine topluca hicret etmeleri emrini vermiştir.
Hz. Peygamber (sas) hicrete mecbur kalana kadar Mekke’de iki temel insanlık hakkının tesisi için uğraştı, denebilir. Birincisi, kendisine inzal olan vahyi özgürce tebliğ etmek ve ifade hürriyetinin önündeki engelleri kaldırmaktı.
İkincisi de, toplumsal statüsüne, rengine, cinsiyetine ve diline bakılmaksızın insanların inanç özgürlüğüne sahip olmalarını sağlamaktı. Bir diğer ifadeyle her insan özgür iradesiyle doğruluğuna kanaat getirdiği dini veya yaşam felsefesini seçebilmeli ve inandığı esaslara göre yaşayabilmeliydi.
Bu iki temel prensip, insan özgürlüğünün ve onurunun hukuksal temelleri olarak o gün olduğu kadar bugün de önemlidir. Evrenseldir de. Sadece Mekke dönemiyle sınırlı olarak da görülemez. Bunun böyle olmadığını Efendimizin (sas) Medine’ye hicret ettikten sonra orada yaşayan farklı inanç kesimlerinden olan Yahudi ve Müşrik Arap’larla müzakere sonucu yapmış olduğu ortak sözleşmeden de anlayabiliriz.
Mekke’de tesis etmeye çalıştığı iki özgürlük prensibini, “Medine Vesikası” diye bilinen sözleşmeyle hayata geçirmiştir. Yani, Mekke’de hayâlini kurduğu İslâm’ı bünyesinde canlı yaşayan toplum modelini bu sözleşmeyle, heterojen bir toplumda da olsa, hayata geçirmiştir.
Bu da gösteriyor ki; Mekke ve Medine dönemini birbirinden kopuk olarak değil, birbirini tamamlayan bir muhtevayla ele almalıyız. Medine Vesikası ya da Medine Sözleşmesi farklı din ve fikir mensuplarının sınırları belli Medine’de beraberce yaşamasının temellerini canlı bir toplum pratiğinde bütün insanlığa göstermiştir.
Konuyla ilgilenenlerin bildiği üzere “Medine Vesikası” 90’lı yıllarda Türkiye’de epey tartışıldı. Ancak yerel ve küresel konjonktürel şartların toz dumanında hakkıyla ele alınamadı. Dönemin toplum algısı, lehte ve aleyhte söylenenler vs. meseleyi ilmî analizden önemli ölçüde uzaklaştırdı. İthamların uçuştuğu bir zeminde ise, insanlar bu konuya pek girmek istemediler. Ancak kanaatimce mesele usûl zemininde ve bilimsel disiplin ciddiyetiyle hâlâ ilgiye muhtaçtır.
VAKİT
YAZIYA YORUM KAT