Hüner uzun zaman alır
Kemal Sayar, Ekrem Karakaya cinayetinin sebep ve sonuçları üzerinde dururken doktorların konuya nasıl yaklaşması gerektiğine dair önemli anekdotlar aktarıyor.
Kemal Sayar / kemalsayar.com
Hüner uzun zaman alır
Geçen hafta Türkiye menfur bir cinayetle sarsıldı. Kalp hastalıkları uzmanı meslektaşımız Ekrem Karakaya görevi başında hunharca katledildi. Hastanelerde sağlık çalışanlarına yönelik şiddet ürpertici bir düzeye ulaşmış durumda. Muayene sürelerinin kısalığı, nöbet sürelerinin uzunluğu ve maaşların düşüklüğü mesleki tükenmişliği tırmandırıyor, ‘mesleği sevme zorluğu’ baş gösteriyor. Doktorun kolayca şikâyet edilebilmesi, bu işin popülist siyasetin bir parçası olarak telakki edilmesi de cabası. Genç hekimler ufuklara heyecanla bakamıyor, devletin kaynakları harcanarak yetiştirdiğimiz genç hekimlerimiz daha iyi şartlarda çalışmak rüyasıyla Avrupa ülkelerinin kapısını aşındırıyor. Bu emek ve zihin göçü mutlaka durdurulmalı, hekimlere ve diğer sağlık çalışanlarına yönelik şiddet çok ağır müeyyidelere çarptırılmalıdır.
Aslında tıp mesleği, hekimlik, en ilksel örnekleri olan şifacı şamanlardan modern sonrası uzmanlaşmış doktorlara kadar uzanan soy ağacında daima bir saygınlık ve seçkinlik halesi taşıyan bir meslek oldu. “Hikmet” ile aynı kökten türeyen “hekim” kelimesi, dünyanın daha ruhani ve yaşamın dikey boyutlarda bir lehçeye sahip olduğu zamanların yankısını taşır.
Orijinali Antik Yunan hekimi Hipokrat’tan alıntılanan Latin deyişi, “Ars longa, vita brevis…” biraz da anlam kaybına uğrayarak “Sanat uzun, hayat kısa” diye çevrildi, oysa daha ziyade “Hüner uzun zaman alır, hayat ise kısadır” şeklinde çevrilmeliydi belki de. “Fırsat geçici, tecrübe aldatıcı ve karar vermek zor." diye devam eden cümle, bu şekilde bir mana kazanıyor. Mesleğimiz uzun soluklu bir mücadele, riskleri çok yoğun, günbegün deneyimlerimizi güncelleyen yeni olgularla karşılaşıyoruz. Tabipler, tıpkı en eski örneklerinde olduğu gibi çok uzun sürelerde yetişiyor, bir ömür boyu üzerlerinde taşıyacakları bir sanatı, insanı yaşatma hünerini tüm şahsiyetlerine giyiniyorlar. Ama bizim ülkemizde bir de akıl almaz derecede uzun saatler boyunca kendi biricik yaşamlarından ellerinde pek az zaman kalarak bu sanatı icra ettiklerine şahit oluyoruz maalesef. Bu maraton, henüz öğrencilikten başlıyor. Baudelaire’in dizeleriyle “Bu çok ağır yükü kaldırmak için Sisyphe, sendeki o cesaret gerek! Nice ürün vermek istiyor yürek, sanat uzun... Ya zaman? Kısa, niçin?”
Oysa hekimlerin de, her şuur sahibi insanın taşıdığı yükümlülükleri var. Varoluşsal anlam arayışımızı berkiten, tekâmülü sağlayan temaşa, okuma, düşünme ve derinleşme fırsatlarına gebe bir kendilik zamanına ihtiyaç duyduğumuz kadar, sevdiklerimizle, ailemiz ve dostlarımızla dokuduğumuz sevgi, şefkat, özen, dikkat ilişkilerinde kendimizi yeniden ve yeniden tanımlamaya da ihtiyacımız var. Ülkemizde, öğrencilikten başlayarak, mesleğin ilerleyen dönemlerine kadar bu ihtiyaçlarımız doyurulmadan eksik kalıyor. Oysa ilgileri birbirini destekleyen, yaşamdaki olgulara karşı uyumlu bir duyarlık gösteren, dengeli bir insan olmak için gönül ve şuur dünyamızı da aydınlatacak yaşantılara ihtiyacımız var.
Bugün hafızasında birkaç mısra şiir yaşatan tıp öğrencisine rastlamak zor görünüyor. Çok yakın zamana kadar klasik sanatlarda, musikî ve şiirde ustalaşmış pek çok doktor ismini sayabiliyorduk bizler de. Ancak yaşamın hızlanması, bürokratikleşmesi, modernleşmesi, hayâtı etrâfımızda serbest bırakan geniş lâkayd dostlara benzeyen eski zamanı, insan inisiyatifini söküp aldı bizden. Talimatlar, tarifeler, yönergeler, performans değerlemeleri, hekimi de çarkın dişlisi bir sağlık emekçisi derekesine indirgedi. Marx, burjuvazinin daha önce hürmetle karşılanan her türlü etkinliğin üzerindeki haleyi çekip aldığını ifade ederek, “Doktoru, hukukçuyu, rahibi, şairi, bilim adamını ücretli işçilere dönüştürdü.” diyordu. Oysa yaşamanın bir zamanı vardır, sevmenin de düşünmenin de bir zamanı vardır. Heidegger, “Bilim düşünmez” diyor, bilim, teknik olarak yöntemler geliştirir ancak kökensel ve ufki düşünce, bütünlüklü nazar, bilimin değil hikmetin alanındadır. Teoriyi, yorumu o rüya gören bakış belirler. Her tabir, öncelikle bir rüyayı gereksiniyor. Mesleğimizin teknikleşmesi, bürokratikleşmesi bizi raison d'être’imizden, varlık sebebimizden yani hikmetten, hekimlikten uzaklaştırıyor. Hastalara yalnızca parçaları arızalanmış birer otomat muamelesi yapan ücretli emekçilere dönüştürüyor zihnimizi bu zaman eksikliği. Halbuki onlarla konuşabilmemiz, onlara değebilmemiz lazım. Yaptığımız iş güvene dayalı bir iş ve duygusal boyutu ön planda. Çocuğu veya ebeveyni için kaygılanan bir hasta yakınını da sakinleştirmemiz gerekebiliyor.
Bugünün hekimleri için böylesi bir zaman, ihtiyaçlar piramidinin çok tepesinde görünüyor. Doktorlar da diğer emekçiler gibi, hatta onlardan daha uzun mesailerle çalışarak fiziksel ihtiyaçlarını karşılayabilmenin kaygısını çekiyor: Sağlıklı uyku, beslenme, can güvenliği, barınma gibi temel ihtiyaçlar. Akademide görev alanlar dışında pek çoğunun yeni gelişmeleri ve yayınları okuyacak vakti ve dikkati kalmıyor. İlk sınıftan itibaren klasik metinleri hıfzeden talebeler gibi bir adanmışlıkla soluksuz çalışan tıp öğrencileri, eğitimlerinin belirli bir aşamasından sonra, aynı çalışma ortamını paylaştıkları insanların mobbing ve sömürüsüyle hırpalanıyorlar. Tüm bunlara göğüs germek, ilerideki saygınlık ve görece refah beklentisiyle bir zamanlar mümkündü ve sessizlikle geçiştirilirdi. Ancak, toplumda ölçüsüzce tırmanan şiddet sarmalının hekimleri ve sağlık çalışanlarını da pervasızca içine çekmesi; ülkenin en parlak zekalarına, en kırılmaz çalışma disiplinine sahip, ömrünü eğitimlerine sebil etmiş bu gençlerin zihinsel niteliği, kol gücü ile aynı terazide hesap edilip emeklerinin kıymetinin zayi edilmesi karşısında, meslek eğitiminin yaşattığı tüm travmalar artık yüzeye çıkıyor. “Marifet iltifata tabidir” ilkesi, tıp öğrencilerinin de umudu başka ülkelerde kovalamasına yol açan bir istikamete yönlendiriyor onları. Ülkenin öz kaynaklarıyla yetişmiş pırıl pırıl zihinler, harcanamayacak kadar değerli; bunun için henüz tıp eğitimi aşamasından başlayarak, müfredatın ve çalışma koşullarında esaslı bir paradigma değişimine ihtiyaç duyuyoruz. Meslek üyelerinin ve kamu otoritelerinin âciliyetle üzerine eğilmesi gereken can yakıcı bir mesele bu.
Ancak bunun yanı sıra, gençlerin de tüm şartları esneterek ve gerekirse zorlayarak kendilerini canlı bir maneviyat hissine, yüksek bir zihin ve gönül aydınlığına ulaştıracak vasıtalara hayatlarında olabildiğince çok yer vermesi gerekli. İnsan olarak bize değer katan şeyler, doktor olarak değer katanlardan daha ehemmiyetli: Sanat, şiir, hikmetli şarkılar- türküler, irfanî metinlerle beslenen bir ruh ve sezgi dünyası, yalnızca kendinizi geliştirmenizi sağlamakla kalmaz, hastalarınızla da daha verimli iletişim kurmanıza yol açar. İnsanların gönül lisanına aşina olur, cahilin ve nobranın direncini fark edebilirsiniz. Son elim cinayetin öfkesiyle kimi hekimler tarafından halka ‘cahil’ vb sıfatların yakıştırılmasını da hiç doğru bulmadım. Hekim halkın evladıdır ve halka hizmet eder. Onunla hizmet sunduğu insan arasında bir karşıtlık inşa edilemez, bu tababetin özüne aykırı. Sahip olduğu teknik bilgi onu üstün bir insan yapmaz, yüreğindeki sevgi ve acıyı dindirme iştiyakı onu ve yaptığı işi değerli kılar. Hekimler halkı karşılarına alarak değil, halkı yanlarına çekerek dertlerini daha iyi anlatabilir. Öfke adalet talep etmeli, bozulmuş olanı onarmayı istemeli. Yönünü şaşıran öfke, haklı bir arayışı dahi haksız duruma düşürme riski taşır.
“Burasını çocuklarımla birlikte eker biçerim; bu iş, üç büyük kötülük olan can sıkıntısını, ahlaksızlığı ve yoksulluğu bizden uzak tutar." Candide, bu sözler üzerinde biraz düşündükten sonra dünyadaki kötülükler karşısında yapılacak şeyi özetleyen şu cümleyi söyler “Bahçemizi yeşertmek gerekir.”… Saint Exupery çok sevdiğim, arifane tarzda metinleri olan bir yazar. İnsan olmak, “kendi taşını koyarken, dünyanın kuruluşuna yardım ettiğini hissetmektir.” demişti bir kitabında. İnsan olarak ve hekim olarak kendimizi inşa etmek, kendi selametimizi talep etmek, dünyanın da bizimle daha mamur bir yer olmasını sağlamaya yönelik bir eylemdir.
Bu mesleği icra ederken –tıpkı bir sanatçı gibi- en ustalıklı ve incelikli şekilde yapma gayretinde olalım, bu, dayatılan performans kriterlerinin değil, ahlak yasasının bize/herkese yüklediği ödevdir. Nerede bulunuyorsak, orada tüm kötülüğe ve olumsuz şartlara rağmen hayatı yeşertelim. Yunus kavlince, “kimde hüner var ise kıyamaz cana”, “Hak bizi bilsin.”
HABERE YORUM KAT