“Hukuk devleti olmanın asgari kuralları işletilmeli!”
Geçtiğimiz hafta siyasileri ve gazetecileri hedef alan saldırıları yetkin isimlerle konuşuyoruz. Soruşturma dizisinin ilk röportajını Rıdvan Kaya ile gerçekleştirdik.
Siyasetçi ve gazetecilere yönelen şiddetin gölgesinde reform söylemi
Türkiye’de siyaseti cendere içine alan milliyetçi tahayyül hukuk merkezli ortak bir zemini imkansız hale getiriyor. En ufak eleştirinin dahi çok sert bir şekilde düşmanlaştırıldığı bir zamanda konuşmaya çalışmanın önemli olduğunu düşünüyoruz.
Böyle bir zaviyeden hareketle Haksöz Haber, Türkiye’nin ve Müslüman coğrafyanın problemleri hakkında söyleşiler gerçekleştirmeye devam ediyor. Bu soruşturma dizisinde siyasileri ve gazeteciler hedef alan saldırıları yetkin isimlerle konuşacağız.
İlk röportajımızı gerçekleştirdiğimiz Özgür-Der Genel Başkanı Rıdvan Kaya, hukukun asgari düzeyde dahi olsa işletilmesinin birçok problemi ortadan kaldırabileceğinin altını çizerken adalet ve ahlak merkezli bir perspektif geliştirmenin önemini vurguluyor.
Rıdvan Kaya: “AK Parti iktidarı hukuk devleti olmanın asgari kurallarını işleterek bu kötü gidişatı engellemelidir.”
1- Türkiye siyasi tarihi daha önce de 80’li ve 90’lı yıllarda şiddet merkezli tartışmalar yaşadı. Son süreçte yaşanan tartışmalarla bir benzerlik görüyor musunuz?
Mevcut durumu 80’li, 90’lı yılların ortamıyla karşılaştırmak abartılı olur. Her ne kadar son günlerde tazelenen bir tartışma konusu olarak MHP ve Bahçeli muhalifi gazetecilere ve Selçuk Özdağ’a yönelik saldırılar Türkiye’nin kronik siyasi şiddet sorununu yeniden gündemleştirmiş olmakla beraber yoğunluk, yaygınlık ve etki düzeyi açısından önceki süreçlerle kıyaslanabilecek boyutta bir durumun olmadığını düşünüyorum.
Bahsedilen dönemlerde Türkiye’de çok daha kaotik bir siyasal-toplumsal ortam ve çok yönlü çatışma ortamı mevcuttu. Ve bu hal kaçınılmaz olarak şiddet olgusunu çeşitlendiriyordu. PKK ve sol örgütlerin siyasal şiddeti bir varoluş biçimi olarak yaygınlaştırmasının sonuçları çok yönlü olarak hissediliyordu. Öte yandan şiddet olgusu sadece farklı siyasi-ideolojik kesimlerden rakip görünen kesimlere, kişilere yönelik şiddet eğilimi ile de sınırlı değildi. Daha yaygın ve tehlikeli bir olgu olarak da devlet gücünü kullanan yapıların şiddeti bir politik araç olarak kullanması hali yaşanmaktaydı. İşkence olgusunun, faili meçhul cinayetlerin ve benzeri eylemlerin toplumsal yapıda meydana getirdiği dehşet bu tabloda ağırlıklı rol oynamaktaydı. Aynı şekilde devletin gözetiminde palazlanan, azmanlaşan mafya gerçeği de ilave bir kötülük öğesi olarak tabloyu tamamlamaktaydı.
Bugün yaşanan hadiselerin yol açtığı gürültü biraz da bu kötü mirası bir biçimde hatırlatmasından ve tekrar o meşum süreçlere dönülebileceği korkusunu canlandırmasından kaynaklanmaktadır.
2- Türkiye’nin kronikleşmiş sorunlarıyla mücadele etmiş olan bir hükümetin bugün gelinen noktada siyasetçi ve gazetecilere dönük saldırılara verdiği tepkiyi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bugün üzerinde konuştuğumuz hadiseler aynı mekaniğe sahip siyasal olaylar şeklinde karşımıza çıkıyor. Arka arkaya bazı gazeteciler birbirine benzeyen saldırılara uğruyorlar. Saldırıya maruz kalan isimlerin ortak özelliği MHP’ye, MHP’li yetkililere ve Genel Başkanı’na yönelik eleştirilerde, suçlamalarda bulunmuş isimler olmaları. En son olarak buna bir siyasi kişilik de eklendi ve Gelecek Partisi Genel Başkan Yardımcısı Selçuk Özdağ da saldırıya uğradı.
Bu saldırıların MHP Genel Merkezi ya da Ülkü Ocakları tarafından organize edildiğini söyleyemeyiz belki ama saldırıların hepsinin MHP’ye ya da Bahçeli’ye laf söyletmeme kaygısıyla gerçekleştirildiği ve saldırganların tamamının ülkücü akıma mensup şahıslar olduğu ortada. Yine dikkat çekici bir ortak nokta da saldırıya maruz kalan isimlerin ülkücü hareket içinden gelip elan MHP Genel Merkezi ile ters düşen isimler olmaları. Bu durum da iç siyasi rekabet olgusunun saldırıların azmettiriciliğinde belirleyici bir rol oynadığını göstermekte.
Saldırıları üstlenmemekle beraber, MHP’li yetkililerin tutumu kesinlikle saldırıları engellemeye yönelik bir yaklaşım içermiyor. Bilakis sessiz kalarak ya da bazı durumlarda saldırıya uğrayan isimleri suçlayarak dolaylı bir sahiplenme içinde gözüküyorlar.
Bu saldırıların soruşturulma biçimi de bir biçimde saldırganların himaye edildiği izlenimini veriyor. Şöyle ki en basit hadiselerde dahi ısrarla örgütsel irtibat arayan, bu yönde gayret sarf eden emniyet ve yargı birimleri bahsi geçen saldırıları ısrarlı bir tarzda ‘münferit eylem’ kategorisinde değerlendirmekte. Bu durum ise kaçınılmaz olarak ‘cezasızlık’ haline yol açmakta, dolayısıyla daha fazla saldırıyı teşvik etmektedir.
MHP’nin siyasi-ideolojik kimliği ve geleneği şiddetle arasına kesin bir hat çizmesini zorlaştıran bir kimlik ve gelenektir. Ülkücü gençler partileri için, liderleri için şiddete yöneldiklerinde bu yaptıklarının, kısa dönemli bazı sıkıntılar doğursa bile, sonuç itibariyle kendilerine şan, şöhret ve rant getireceğini biliyorlar. Bu yüzden de merkezi bir örgütlülük olması gerekmeksizin yerel inisiyatiflerle bu tarz eylemlerin gerçekleştirilmesi zor olmuyor.
Bu durumda MHP’nin tavrı almasını beklemenin anlamlı olmadığı görülmeli. Zaten MHP’nin hareket olarak bu olan bitenden rahatsızlık duyduğuna dair bir emare de gözükmüyor. Bu yüzden sorumluluk hükümettedir. AK Parti iktidarı hukuk devleti olmanın asgari kurallarını işleterek bu kötü gidişatı engellemelidir.
3- Siyasetçi ve gazetecilere dönük saldırıları mümkün hale getiren koşullar hakkında neler söylemek istersiniz? Emniyet, yargı ve siyasetin bu yaşananlar karşısında iyi bir imtihan verdiği söylenebilir mi?
Eğer yapılması gerekenler yapılmış olsaydı, bu saldırı dalgası devam etmezdi. Maalesef AK Parti iktidarı MHP’nin ipoteği altında bir görünüm veriyor. MHP’yi rahatsız edecek adımlardan ısrarla kaçınılıyor. Hedef alınan isimlerin aynı zamanda iktidar kadroları açısından da hiç hazzedilmeyen isimler olmaları bu durumu kolaylaştırıyor da olabilir. Mamafih burada hukuk ilkelerinin esas alınması gerektiğini görmek lazım.
Durumun vahametini anlamak için şöyle bir örnek üzerinden gidelim. Faraza sözkonusu bu saldırılar MHP çizgisinden İYİ Partili gazetecilere ve diğer siyasilere değil de, İYİ Parti çizgisinden örneğin MHP’li gazetecilere yönelmiş olsaydı, nasıl bir tablo ile karşılaşırdık? Hükümet yine bu kadar sakin davranır mıydı? İçişleri Bakanı olayları ‘bireysel tepki’ bağlamında değerlendirir miydi? Adalet Bakanlığı ve HSK saldırıları soruşturan savcının doğrudan tehdit edilmesi karşısında sessiz kalır mıydı?
Şahsen İYİ Parti’nin siyasi-ideolojik hattı itibariyle başlı başına bir kötülük odağı olduğunu, bilhassa muhacir düşmanı ve ırkçı kimliğiyle siyasi zeminde hiçbir yerinin olmaması gerektiği kanaatinde olduğumu vurgulamak isterim. Mamafih bahsi geçen oluşumu siyasi-ideolojik kimliği yüzünden eleştirmek, ona tavır almak ile şiddet yoluyla hedef almak ve hukuk dışı usullerle mücadele etmeyi tasvip etmek farklı şeylerdir.
4- İktidar partisinin eski genel başkan yardımcısının uğradığı saldırı Ülkü Ocakları ile ilişkili kişiler tarafından gerçekleştirildi. Olayların devamında MHP kanadından sükûnete davet eden bir çağrı da duymadık. İlerleyen süreçte benzer saldırılar bekliyor musunuz? Bu bağlamda AK Parti’nin reform söyleminin MHP ile ilişkilere yansıması nasıl olacaktır?
MHP’nin disiplinli ve örgütlü bir siyasi hareket olduğu biliniyor. Bu yüzden bu tür hadiselerde rol alan ülkücü kimlikli şahıslar hakkında “bizim iznimiz ve inisiyatifimiz dışında hareket etmişlerdir” sözünün hiçbir inandırıcılığı yoktur. Mesela Bahçeli çıkıp “bundan böyle bu tür saldırı girişimlerinde bulunacak olanların asla bizim aramızda yeri olmayacaktır” dese, inanıyorum ki bu saldırılar bıçak gibi kesilir. Ama bunu yapmazlar çünkü muhaliflerinin, rakiplerinin kendilerinden korkmaları onlara avantaj sağlıyor, bir tür siyasi dokunulmazlık sunuyor.
Bu durumda sorumluluk bütünüyle AK Parti iktidarının omuzlarındadır. İktidar ayrıcalıklı kesim ve gruplar oluşumuna izin vermeksizin hukuku herkes için eşit ve adil işletmek zorundadır.
Kemalist zihniyet bu ülkede her dönemde ayrıcalıklı sınıflar oluşturdu ve bunlar eliyle hukuku rafa kaldırdı. En son 28 Şubat sürecinde ordu ve yargı bürokrasisi seçilmiş iktidarı tümüyle gölgede bırakan icraatlara imza attı. Seçilmiş yöneticileri azarlayan, fırçalayan, keyfince kural koyan ya da kuralları kaldıran askerler gördük. Bu zorbalıklar karşısında korkup susan ya da rakiplerinin ordu ve yargı bürokrasisi eliyle dövülmesinden hoşlanan, bunu kâr zanneden siyasiler zaman içinde elleriyle büyüttükleri zorbalığın esiri oldular ve silikleştiler, eridiler. Aynı hataları tekrar etmemek gerekiyor!
Yarın Eyüp Gökhan Özekin ile devam edeceğiz...
HABERE YORUM KAT