HSYK krizinin faydaları
Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'nda yaşanan krizin bazı hayırlara vesile olacağını düşünüyorum. Öncelikle insanlar böyle bir organın varlığından haberdar oldu.
Sayıları 10 bini bulan hâkim ve savcının meslekî kariyerleriyle ilgili tek yetkili kurul, bugüne kadar bilinmezlik perdesi arkasındaydı. Rutin prosedürleri takip eden bir bürokratik yapı sanılıyordu. Daha önce birkaç kez gündeme benzer şekillerde gelmişti. Şemdinli soruşturmasını yürüten Van Savcısı Ferhat Sarıkaya ve 12 Eylülcülerin yargılanması için iddianame düzenleyen Sacit Kayasu'nun meslekten ihraç edilmesi gibi. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nde Kayasu'nun açtığı davayla ilgili verdiği karar bile birçok kesimin uyanmasına vesile olamadı. AİHM, Türkiye'yi Kayasu'ya mahkûm ederken şu gerekçeyi yazmıştı: "Bu tarzda bir cezaî müeyyide uygulanması, tabii olarak, sadece ilgili kamu görevlisi nezdinde değil, bütünüyle bu görevde olanlar üzerinde kaçınılmaz olarak korkutucu etki yaratacaktır."
Yargı mensuplarını, mahkeme ve temyiz yolu kapalı olarak 'infaz' etme yetkisine sahip kurulun 'korkutucu/yıldırıcı etkisi' hak ettiği eleştirilerle karşılaşmadı. Hatta Adalet bakanı ve müsteşarının kurulda yer almaması gerektiği fikri epey taraftar topladı. AK Parti iktidarına kadar gündeme getirilmeyen 'yürütmeden bağımsız yargı' yüksek sesle dile getirilir oldu. Vural Savaş ve Sabih Kanadoğlu gibilerin tabiriyle 'son koz' konumundaki yargının korunması için çağrılar yapıldı. Birçok gerçek solcu ve liberal aydın, son günlerde yaşananlardan sonra 'iyi ki bakan ve müsteşar kuruldaymış' deme noktasına geldi. İlk bakışta kulağa hoş gelen bu bağımsızlık türü, uygulamada tarafsızlığı netice vermiyor. Devlet ve müesses statüko adına taraf olan bir bürokratik aygıta dönüşüyor. Fertleri ve özgürlükleri koruması gereken yargı, zaten güçlü ve silahlı olan devletin iyice sorumsuz davranmasından başka işe yaramıyor.
Anayasa'mıza göre 'egemenlik' millete ait ve millet yetkili organlar eliyle bu yetkiyi kullanıyor. Yasama yetkisini kullanan, millete vekâlet eden organ yani parlamento doğrudan halkın tensibi ve denetlemesi altında. Yürütme yetkisiyle donatılan 'hükümet' de bu durumda. Aynı şeyi yargı yetkisini kullanan organlar için söylemek mümkün değil. 'Millet, yargı yetkisinin kullanımında vekâleti hangi süreçte veriyor ve kötüye kullanıldığında nasıl denetliyor?' sorusunun cevabı yok. Ortaya çıkan sonuç 'halktan bağımsız yargı' oluyor. Bunu demokrasiyle bağdaştırmak imkânsız. Doğrudan seçimlerle yapamıyorsak, dolaylı yoldan yani parlamento eliyle ilişkiyi tanımlamak zorundayız. Sayısı artırılmış kurul üyelerinin bir kısmının Meclis eliyle seçilmesi kaçınılmaz. Anayasa Mahkemesi için de aynı şeyi söylemek mümkün.
HSYK, milletten olduğu kadar kendi tabanından da kopuk. Üye seçiminde sadece Yargıtay ve Danıştay üyesi yüksek yargıçların oy hakkı olması camiadan kopukluğu doğruyor. En azından birinci dereceye ayrılmış hâkim ve savcıların belli orandaki üyelikler için temsil ve oy hakkı sağlanmalı. Bu teklife getirilen eleştiriler antidemokratik düşünce kalıplarının ürünü. Yüksek Kurul'da görev yapan üyenin süre sonunda tekrar yargıçlık ve savcılığa dönmesini mahzurlu buluyorlar. Bakanlar, düz vekilliğe döndüğünde, vekiller seçilemeyip normal vatandaş olduğunda sorun çıkmıyor; burada neden çıksın? Ayrıca idarenin bütün işlemleri yargı denetimine açıkken, sadece Yüksek Askerî Şûra ve HSYK'nın muaf tutulması da doğru değil.
Şemdinli Savcısı Sarıkaya'nın ihracı AK Parti'nin demokratikleşme karnesindeki kırık notlardan biri. Dönemin Adalet Bakanı Cemil Çiçek'in katılmadığı toplantıda müsteşar Fahri Kasırga'nın çekimser kalarak zımnen onay verdiği karar eleştirilmeseydi; idarenin bugünkü direnişini göremeyebilirdik. Diğer HSYK üyelerinin bütün eleştirilere rağmen geri adım atmaması, 'halka hesap verenle vermeyen' arasındaki farkı gösteriyor.
ZAMAN
YAZIYA YORUM KAT