Hoşgörü ve tahammül
Hayrettin Karaman Hoca'nın, İslami açıdan makbul olmayan hayat tarzına sahip insanlarla ilişkiler konusunda yazdığı yazı günlerdir tartışılıyor.
Türkiye'de farklı toplum kesimleri arasında usule uygun bir tartışma ve müzakere geleneği olsaydı verimli bir tartışma olurdu bu. Ramazan ayının bereketiyle herkes bundan istifade ederdi. Ne var ki, kendi müzakere, düşünme ve çözüm bulma geleneğimizden kesin bir kopuş hali yaşadığımızdan arzu edilen sonuç elde edilemedi. Benim başıma birkaç defa geldiği için Hayrettin Hoca'nın ruh halini en iyi anlayanlardan biri benim.
Hoca'nın ne dediği değil, ne demek istediğini anlamak için onun hangi düşünce geleneği ve usul içinden olaylara baktığını bilmek lazım:
1) Hayrettin Karaman, sıradan bir aydın veya akademisyen değildir, İslam ilim geleneği içinde olan ulemadan bir zattır.
2) Hoca fakihtir, olaylara fıkıh ve fıkıh usulü içinden bakar.
3) Alim veya fakihin görüş ve içtihatları eleştirilir, ama bu işe soyunacak olanların a) Bu usul içinden bu işi yapmaları, b) Karşılarındaki alim ve fakih olduğundan daha hassasiyetle terbiye, adab ve nezaket kurallarına riayet etmeleri lazım.
4) Hoca, kendisine yapılan en ağır saldırı ve tahkirlerde bile alimlik vasfına halel getirmeden, eleştirinin maddi yönünü ortaya çıkarıp kendini savunmuştur, bu açıdan bir ahlak timsalidir.
Batı aydınlanması içinden dünyaya bakanların söz konusu hassasiyetleri bilmedikleri açıktır. Bu hassasiyetleri bilmedikleri gibi, iş din ve Müslüman alimlere geldiğinde büsbütün terbiye ve nezaket kurallarını bir kenara bırakıp kabalaşmayı, mütecaviz olmayı, hakaret etmeyi aydın olmanın gereği sayarlar. Bir kendini bilmezin Hoca'mızı "Gülhane'ye göndermeyi önermesi" hepimizi derinden incitmiştir. Aynı gelenek içinden eleştiri yapan sol, Kemalist veya liberal yazarlar da hakaret etmese de anlama sorunu içinde oldular. Usul bilmediklerinden ne lafzı anladılar ne lafız ile hüküm ilişkisini, ne hükmün illetini ve maksadını araştırdılar. Bu zaten onlara yabancı bir zihin ve bilgi elde etme yöntemidir.
Ancak asıl ibret verici olan, dindar bazı yazarların Hoca'ya yönelttikleri eleştiri ve bu sayede sergiledikleri garabettir. Bence ileride bu "aydınlanmış dindar-muhafazakâr yazar"ların eleştirileri, Türkiye'deki "Müslüman aydınlar"ın nasıl bir zihinsel dönüşüm yaşadıklarını, farkında olmaksızın paradigma değiştirip kendi köklerinden kopup postmodern "ne olsa gider!" felsefesi içinden artık hudutları zihinlerinde ve elbette giderek hayatlarında önemsizleştirdiklerini göstermesi bakımından çeşitli tez çalışmalarına konu olmalıdır.
Bunlar da seküler aydınlanmacılar gibi bir zihin ve yöntem içinden dünyaya bakıyorlar, eleştirileri, çoğulculukları, bir arada yaşama düşünceleri, "öteki" algıları kendi düşünce kaynaklarıyla ilişkisizdir.
Hoca'yı eleştiren seküler çevreler, İslam'ın neredeyse akidesi ve ana hükümleriyle ilgili rahatsızlıklarını açığa vuruyorlar. Onlara göre dinin ma'ruf ve münkeri olmamalı. Dinin, kendisiyle mücadele edilmesini emrettiği münkerler -mesela alkollü içki, zina, eşcinsellik, avret yerinin açılması vs.- hem eleştirilmeyip hoşgörülmeli hem hiçbir Müslüman kendini ve ailesini bu münkerlerden koruma çabasına girmemeli.
Bir arada yaşamayı, diyalog ve ihtiramı bu ülkede ilk gündeme getiren, bu fikri geliştiren bizleriz. Hâlâ bu fikirdeyiz, ama bu helal ve haramın, maruf ve münkerin birbirinin içine girdiği, hudutların kaldırıldığı, ne olsa gider felsefesinin egemen olduğu ve elbette dinin akide ve ana hükümlerinin ortadan kalkıp herkesin homojenleşerek birbirinin fotokopisi olduğu modele evet dememiz demek değildir. Birbirimizi hoş da göreceğiz, birbirimize tahammül de edeceğiz, ama bunun önşartı herkesin kendisi kalma hakkına sahip olması.
Hoca'nın özel alanlar fikrine gelince. Bu ayrıca İslam'ın tarihî tecrübesi ve bugün bir arada yaşamayı, çokkültürlülüğü bir türlü beceremeyen Batı'daki deneylerle birlikte ele alınarak tartışılmalıdır. Batı'nın çokkültürlülük projesi çökmüş bulunuyor, yeni referans kaynaklarına ve tecrübelere bakmaya ihtiyacımız var.
ZAMAN
YAZIYA YORUM KAT