Hiçbir örtünün örtemediği geçmiş
“Başörtüsü meselesine dönük tartışmalar bize bir kez daha kimliklere duyarlı bir politik dil geliştirmenin önemini gösterdi.”
Hasan Ayer’in yorumu:
Hiçbir örtünün örtemediği geçmiş / Serbestiyet.com
Kılıçdaroğlu’nun başörtüsü teklifi üzerine hararetli tartışmalar yaşandı. Kanun teklifi temel olarak Türkiye’de kültürel kimliklerinden ötürü belli başlı endişelere sahip mütedeyyin kesimler tarafından takdir gördü. Öte yandan, belli başlı seküler çevrelerde ise konunun gündeme getirilmesi her zamanki gibi “Türkiye’nin gerçek gündemini boğacak bir kimlik siyaseti” olarak yaftalandı ve kategorik olarak reddedildi.
Kültürel kimliklerimiz başta kişiliğimiz olmak üzere toplumsal varoluşumuz içerisinde çok yoğun bir etkiye sahip. Bu gerçeğe rağmen Türkiye, iki yüzyıllık çağdaşlaşma serüveninin sonunda bugün hala bu sınavı iyi bir biçimde veremedi. Öyle ki; modern Türkiye’nin tarihi farklı etnik, ulusal, dilsel ve dinsel grupların silsile halinde müesses nizam tarafından zapturapt altına alınmasından ibarettir denebilir.
Bugün geldiğimiz noktada geçmişte yaşanan acılar kitlelerin hafızasında apaçık duruyor ve politik bir bağlam kazanan travmalar kitlelerin siyasal eğilimlerini şekillendiriyorlar. Bu açıdan, toplumsal travmalarımızdan biri de ancak çok yakın bir zamanda hukuki bir çözüme kavuşturulmuş bir gerçeklik alanı olarak başörtüsü meselesi.
Uzun yıllar boyunca başörtüsü konusunda paranoyak ve katı seküler eğilimlerle dindar-muhafazakar kitleleri siyasete yabancılaştıran ve bu kitleleri kamusal hayatta eşit yurttaşlar olarak görmeyen bir partinin genel başkanının geçmişle yüzleşerek geleceğe dair bu konuda bir güvence vermesi önem arz etmekte.
CHP gibi uzun yıllar boyunca başörtüsü karşıtlığını temel siyasi motivasyonlardan biri haline getirmiş bir partinin özeleştiri verme çabası ve buradan hareketle de kitleler üzerinde güven tesis etme arayışı neden bir kesimi rahatsız ediyor?
Daha düne kadar mütedeyyin kitlelerin siyasi elitler tarafından tahkir edildiği, bu kitlelerin anayasal demokrasinin baş düşmanı olarak nitelendirildiği ve bir cumhurbaşkanı seçimine eşinin başörtüsü sebebiyle anayasal darbe ile mani olunmak istendiği bir Türkiye’de, bugün geldiğimiz noktada bu meselenin artık çözüme ulaştığı dile getiriliyor.
Evvela şunu belirtmek gerekir: başörtüsü meselesinin siyasi-hukuki bir bağlamda çözüme ulaşması kimlikleri için mücadele veren başörtülü kadınların verdiği mücadelenin eseridir. Bugün “bu mesele çözüme ulaştı” diyerek tartışmanın tekrardan başlamasından rahatsız olan bazı seküler kitleler bu mücadelenin bir parçası olmadılar, hatta böylesine bir hak mücadelesinde karşı safı tuttular. Uzun yıllar boyunca din eğitimi ve tesettür konusunda düşmanca bir tavır sergilediler, basın organlarından ve televizyonlardan temel haklarından istifade eden ve kimliğini yaşamak isteyen insanların cumhuriyet idaresi ve çağdaş Türkiye için ne büyük bir tehlike (!) olduğunu histerik bir tavırla dile getirdiler.
Peki seküler kesimin endişelerinin bu kaynağı neydi? Netice itibariyle Anadolu toprakları İslam’la henüz dün tanışmamıştı. Dini görüşümüz ne olursa olsun İslami motiflerin Türkiye kavramının oluşumunda başat bir rol oynadığı, hatta Kemalist etno-seküler ulus inşa projesinin alternatif olarak sunduğu “Türklük” kimliğinden daha köklü olduğunu kabul etmek zorundayız. Devletin modernleşmesi ve toplumun derin bir fay hattıyla bölünmesi belki Tanzimat’tan beri uğraştığımız bir sorundur. Zaman geçtikçe iki cephe birbirine giderek daha da yabancılaşmış, aralarındaki şüpheler ve düşmanlık birbirlerini tanımalarına engel olacak kadar büyümüştür.
Kendi toplumuna yabancılaşan cumhuriyet entelijansiyası ve siyasi eliti, uzun yıllar boyunca bir mutabakat ve tavize gerek görmeden askeri ve siyasi güç tekelini elinde tutmanın rahatlığıyla adeta tembelleştiler. Böylelikle mütedeyyin kitleler ve onların dünyayı kavrayışları hakkındaki tahlillerinde entelektüel bir atalete düştüler. Kendi toplumlarına, komşularına, hatta akrabalarına oto-oryantalist bir gözlükle bakmaya başladılar.
İslam’la modernite arasında doğuştan ve değiştirilmesi mümkün olmayan bir çelişki olduğunu iddia eden çeşitli din aleyhtarı kritikleri sık sık görmekteyiz. İslam dininin itikat esasları nedir, çok geniş bir coğrafyaya yayılmış yüzlerce yıllık mazisi olan bir örgütlü dinin taviz verilmez bir özü var mıdır, varsa bu öz çağdaş insan haklarıyla ve liberal toplum düzeniyle ne kadar uyumludur tartışmalarına burada girecek değilim. Ancak en basit şekilde dinlerin insanlık tarihinin bir ürünü olduğunu düşünen ve ilahi kaynaklı vahiyleri reddeden non-teist entelektüellerin, İslam konusunda en köktendinci yorumların “sahici” olduğunu düşünmeleri pek makul gözükmemektedir. Her halükarda, finansal bağımsızlık veya eğitim arzusuyla üniversite kapılarına dayanmış genç kadınları kitap yakan barbarlar olarak görmek için çok ama çok kalın bir ideolojik gözlük taşımak lazım.
Tesettürlü kadınlar ve onlara dair önyargıların çıktığı tek cephe bu değil:
Seküler kitleler içinde bilhassa bir grubun başörtüsü sorununu ele alma konusundaki isteksizliği göze çarpıyor. Feminist endişeler taşıyan bazı şehirli kadınlar, pek çok önemli ve değerli istisnaları hariç tutmakla birlikte, kitlesel olarak bu sorunla yüzleşemedi. Şehirli kadın kesiminden olduğunu düşündüğümüz kanaat önderleri, kadın özgürlükleri için hak mücadelesi yürütülen sahanın sıfır toplamlı bir oyun olduğunu düşünme hatası içindedirler. Onlara göre mütesettir kadınların en temel haklarının tanınması, hatta seslerinin meşru bir politik aktör olarak görülmesi Türkiye’de çağdaşlaşmanın getirdiği cinsiyet eşitliğine ve kadın hareketinin kazanımlarına darbe vurma tehlikesi taşımaktadır.
Oysa ki farklı sosyal gruplardan gelen kadınların siyasal alandaki hak talepleri ve politik örgütlenmeleri birbirlerine balta vurmaz, bilakis dayanışmayla kuvvetlendirir. Liberal siyasetin en temel kaidesi de zaten budur: politik saha sıfır toplamlı bir oyun değildir, işbirliğinden ve farklı grupların meşru haklarının tanınmasından herkes menfaat elde eder. Tesettürlü kadınlar kadın hareketinin hasmı değil, bizzat parçasıdırlar. Son yıllarda özellikle yeni nesil kadın hareketi aktivistlerinde büyük atılımları görüyoruz ancak eski bir kuşağın ve toplumsal fay hatlarının gölgesi hala kadın hareketinin üzerindedir. Muhakkak kadın hareketi içindeki tesettürlü ve tesettürsüz genç kadınların işbirliği bu tatsız hatıraları silecektir.
Başörtüsü meselesinin tekrar gündeme getirilmesi, karşılıklı yaraların sarılması ve toplumsal arınma sürecimiz açısından önem arz etmekte olan bir konudur. Öte yandan bu meseleyi bir çeşit “siyasal İslamcı ajanda” olarak görme eğiliminde olan kitleler ve siyasi elitler bu sürece zarar veriyorlar. Zarar vermekle kalmıyorlar, olağanüstü bir kibirle parçası olmayı asla tercih etmedikleri bir hak mücadelesiyle ilgili bugün geldiğimiz noktada parmak sallarcasına insanlara “ders” vermeye kalkıyorlar. Örneğin bir konuşmasında “başörtüsü sadece hukuki olarak değil, siyasi olarak da mücadele edilmesi gereken bir şeydir” diyen Erkan Baş’ın partisi TİP’in sözcüsü Sera Kadıgil, “siyasal islamla müzakare değil, mücadele edilir” dedi. Türkiye’de mütedeyyin kitlelerin kurumsal muhalefete dönük şüpheciliğini ve endişelerini “ siyasal islamcılık” olarak kodlama olağanüstü kibri, Türkiye’deki seküler bağnazlığı bir kez daha gözler önüne seriyor.
Kitlelerin sanık sandalyesine oturtulduğu bir nedamet seansı talep ederek ve bir toplumsal grup olarak muhafazakâr kitlelere dair her meseleyi “siyasal İslam” diye tanımlayarak eşit yurttaşlığı ve aynı politik toplumu paylaşan yurttaşlar olarak ortaklıklarımızın vurgulandığı bir siyasal kültürü inşa edemeyiz. Böylesine bir inşa sürecinin yaratımı birbirimize zerre itibar etmeden, özellikle Türkiye’nin neredeyse yarısını oluşturan mütedeyyin kesimlere itibar etmeden nasıl gerçekleşecek?
Bu bağlamda yeniden ortaya çıkan ekonomik indirgemeci eleştirilere de değinmek gerek.
Çünkü insanların sadece ekonomik sorunlar merkezinde ivmelenen problemleri ve endişeleri yok, kültürel endişeleri de var. Bu endişelere gözlerimizi kapatarak ve bütün sorunlarımızı ve oy verme eğilimlerimizi ekonomik çıkarlara indirgeyerek ne yazık ki bu gerçeği değiştiremeyiz. İktidardan kopamayan seçmeni değerlendirirken AKP ile kurduğu kültürel yakınlığı ne kadar göz ardı edebiliriz? Aynı şekilde partiyle kurduğu ilişki bağlamında bir CHP ya da MHP seçmenini “kültürel yakınlık” faktörünü göz ardı ederek ne kadar doğru değerlendirebiliriz?
Kitleleri normal yurttaşlar olduklarını unutturan dışlanmışlık hissinden kurtarmak için siyaseti kültürel kimliklerin endişelerine duyarlı bir bağlama doğru genişletmek hakiki bir politik amaç olarak karşımızda duruyor. Doğrusunu söylemek gerekirse kimlik siyasetinde belli tehlikeler olduğunu ben de kabul ediyorum. Öte yandan öfke nöbetlerine girercesine her endişeyi “kimlikçilik” şemsiyesi altında tenkit edenler (ki bunların bir kısmı aslında kimlik politikasın çok daha radikal bir şekilde savunuyor) kimlik siyasetinin imkanlılıklarını göz ardı etmekteler. Bu hususta başörtüsü meselesine dönük tartışmalar bize bir kez daha kimliklere duyarlı bir politik dil geliştirmenin önemini gösterdi.
HABERE YORUM KAT