Heykel ve Kadehlerin Kutsiyeti Adına
Heykel ve alkol kullanımı ile ilgili düzenlemeler üzerinden yürütülen tartışma bir hayat tarzının korunması ile ilgili olduğu kadar diğer hayat tarzlarının da baskı altına alınması ile ilgilidir.
Heykel tutkusunun despotik bir iktidar saplantısı düzeyinde seyrettiği, rakı-şarap sevgisinin seküler-laik bir hayat tarzının en muteber vasıtası sayıldığı bir düzende yaşıyoruz.
Türkiye’de devletin ve toplumun modernleştirilmesinde sanata ama özellikle de heykele yüklenen anlam kelimenin tam anlamıyla bir resmi ideoloji/resmi din sembolü düzeyindedir. 1926 yılından bugüne durup dinlenmeksizin Mustafa Kemal’in heykelleri ile donatılan bir ülkedir Türkiye. Devletin ve toplumun Kemalist ideoloji etrafında şekillendirilmesi hedefinde büyük şehirlerin merkezinden en ücra köy okullarının düzenlemesine kadar eksen her zaman için Atatürk heykelleridir.
Anıt heykellerin her birine yüklenen anlam aynıdır aslında. Heykeller hayatın bütününü yani geçmişi, bugünü ve geleceği inşa etmek üzere toplumun karşısına dikilirler. Zorunlu bir saygının hatta bağlılık ve sadakatin somut olarak nasıl dayatıldığının en yaygın resmidir bu heykeller. Haftanın başı ve sonunda, yılın belli günlerinde bütün bir toplum hizaya çekilir heykellerin önünde.
Çelenkler, nutuklar, temenni ve şikayetler, sevinç ve hüzünlerin her düzeyde dile getirildiği büyüklü küçüklü heykeller devlet eliyle bir toplumun beyninden ve gönlünden sökülüp alınan aklının ve vicdanının nasıl da acımasızca ayaklar altına alındığının göstergesidir.
Heykel endüstrisi heykel siyasetini ayakta tutmak için üretim yapıyor. Bu heykellerin estetikle, felsefeyle, duygu ve hayallerle alakası yok. Zaten böyle bir amaç hiç olmadı. Çünkü amaç estetik bir haz uyandırmak değildi. Amaç en temelde bütün bir toplumun duygu, düşünce ve ilişkileriyle Kemalist ideolojinin totaliter, çatık kaşlı ve korku salan yüzü ile her daim baskı altında tutulmasıydı. Bunun için heykelleri devlet planlaması dahilinde olabildiğince büyük yaptılar ve her köşeye, meydana diktiler.
Başbakan’ın “ucube” diye nitelediği Kars’taki ‘Barış Heykeli’ni koruma güdüsüyle telaşlanan laik-Kemalist sanatsevever iktidar sınıfları “hattı müdafaa değil sathı müdafaa” ediyorlar. O satıh şimdilerde Mehmet Aksoy’un Kars’taki heykelidir. O satıh resmi ideolojinin dayattığı toplumsal hayat tarzıdır. O satıh darbe ve muhtıralarla ayakta tutulmak istenen bürokratik oligarşinin iktidarıdır.
Geniş halk kesimleri tarafından çoğu anlaşılmaz bulunan veya cinsel içerikli figürlerden oluşan heykellerle kazandırılmak istenenlerle Mustafa Kemal’in heykelleri üzerinden kazandırılmak istenenler arasında bir ortak payda var. Dindışı, laik bir hayat kadar Kemalist işleyişe itaatin görünür kılınmasında heykellere yüklenen misyon sıradan bir şey değildir.
Esasen korunmak istenen şey, dinleştirilmiş olan bir sanat, tabulaştırılmış olan sanat eseri değil, bunlar üzerinden statükonun egemenliğidir. Sanat veya sanat eserinin kutsiyeti, dokunulmazlığı, tartışılmazlığı ile teminat altına alınmak istenen şey iktidar ilişkileridir. Toplumsal ve siyasi talepleri bloke etmenin, baskı altında tutmanın mücadelesinin şu aşamada Kars’taki heykel üzerinden sürdürülüyor olması şaşırtıcı olmasın. Daha yakın bir zamanda resmi bir törende AK Partili yerel bir yöneticinin Mustafa Kemal’in büstüne çelenk koyma sırasında sakız çiğnediği iddiasıyla gözaltına alınıp tutuklanması heykellerin manevi şahsiyeti konusunda gösterilen duyarlılığın nasıl da hızla despotik bir yüze dönüşebileceğinin küçük bir örneğidir. Geçtiğimiz yıl yaşanan “Gülsüm İnek vakası” ise sözün bittiği yere işaret ediyor olsa gerek!
Mustafa Kemal’in “Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli kültürdür” sözü bir taraftan ulusalcı eğitim-öğretim ve modern sanat anlayışına işaret ediyorsa diğer taraftan rakı-şarap ve dans kültürünün içselleştirilmesine işaret ediyordur. Rakı-şarap kültürünün imrendirilip yaygınlaştırılma çabasının laik-Kemalist hayat tarzının teminatı olarak propaganda edilmesi boşuna değil. Çünkü rakı-şarap kültürüne karşı gösterilen yüksek duyarlılık, dini-İslami talepleri baskı altında tutmanın klişe ‘irtica’ söylemine sarılmanın en kolay yoludur.
Hazza düşkünlüğü, cinselliği, alkolü bu kadar yüceltip rejimi garanti alma arasında kurulan bağlantı resmi ideolojik sarhoşluğun bir yansıması sayılabilir. İktidarı heykellere, kadehlere sahte kutsiyetler, mantıksız dokunulmazlıklar atfederek korumakta ısrarcı olmak şimdiye kadar hiç bir hayır, hiç bir iyilik, güzellik getirmedi. Bundan sonra da getirmesi mümkün değil. Bu ısrarcı koruma reflekslerinin korku salan büyüsünün bozulduğunu görmek ise hayra alamet!
* Bu makale ayrıca 17 Ocak 2010 tarihli Yeni Akit gazetesinde de yayınlanmıştır.
YAZIYA YORUM KAT