Herşeye Karşı Çıkma Sendromu ve Referandum
Her Şeye Karşı Çıkma Sendromu
Hakim sistemin dayatmaları, yaşadığımız coğrafyanın önemli bir sorunudur ve totaliter zihniyet legal siyaset alanını oldukça daraltır. Kronik ve aşamadığımız bu dayatma Kemalizm’dir ki, Kemalizm ile hesaplaşmadan yapılacak bütün çalışmaların akim/yetersiz kalacağını herkes biliyor.
Sistem içi argümanlarla sistemi geriletmeye çalışan faaliyetler şunun farkına varmalıdır ki, uzlaşma olarak algılanabilecek bu faaliyetler sizde eksen kayması oluşturabilir. Zira söylemlerdeki kapalılık kitle üzerinde dönüştürücü etkiye sahiptir. Yine de bu kimliğini açıkça belirleyerek , uzlaşma ve yaranmadan legal alanda yapılabilecek bir şey yoktur anlamına gelmez. Sistemin bir depolitizasyon bir amacı da, daraltılmış alandan kaçmanızı sağlamaktır.
Totaliter sistemler uzun süre baskıcı yapılarını devam ettiremezler, bu suyun önünü kesmeye çalışmak gibi boş bir çabadır. Suyun yönünü değiştirecek, kanalize edilecek çalışmalara dönüşmezlerse tarih sahnesinden çekilmeleri daha sert ve yıkıcı olur. Bu kanalize çalışmaları aynı zamanda kendilerini de revizyona uğratır ve yeni dünya düzenlerine adapte olurlar.
Kemalizm içinde söz konusu revizyonlar 3-4 defa vuku buldu. 19 Yüzyılın bütün totaliter sistemleri tarih olurken Kemalizm’in hala tahakkümünü sürdürmesi bu revizyonlara, dönüşümlere ve yeni dünya düzenleri içerisindeki dengelere bağlı kalarak gerçekleşti.
1930’ların dünyası Faşist ve totaliter sistemlerin, karizmatik Liderlerin dünyasıydı. Tek parti döneminde bu söylem etkili olsa da, derinden derine kapitalist sistem entegrasyonu işliyordu ve bu entegrasyon daha 1925 İzmir İktisat Kongresinde şekillenmişti. Devlet erkinin söylemleri ile uygulamaları ciddi tezat oluştursa da egemenler iktidarlarını devam ettirdiler. Ünlü “Bu memlekete Komünizm gelecekse, onu da biz getiririz” sözü bunun göstergesidir.
İkinci dünya savaşından sonra konsept değişti. CHP, DP’den önce bu değişimi yapmaya çalıştıysa da halk güvenirliği olmadığından bunu DP gerçekleştirdi. DP gerçekte CHP içerisinden çıkan ve Kemalizm ile hesaplaşma gayesi olmayan bir hareket olması, CHP çatışmasına engel değildi. Sosyalist ve İslami kesimler bunu okudukları halde, başlangıçta DP ye destek verdiler. Bir zamanlar kıyasıya mücadele ettiğini sandığı yapılara entegre olmak çoğu sistemin başına gelen sosyal determinist bir kuraldır.
1970’li yılların revaçta eğilimi siyasette sosyal demokratlık, ekonomi de kapitalist pazardı. Kemalizm burada bölünerek her iki akıma da uyum sağladı. Günümüzde de etkisini sürdüren sağ ve sol Kemalist zihniyet belirginleşti.
Dönüşüm son aşamada global, liberal kapitalizm’e evrilirken AKP hareketi doğdu. AKP’nin önemli oranda milli görüş geleneğinden gelen kökenleri Kemalizm ile hesaplaşma geleneğinden geliyordu. Buna rağmen, Milli Görüş hareketi özde “Kutsal Devlet” anlayışına sahipti ve bu nedenle radikal tavırları törpülenmiş Kemalizm ile uzlaşması bu anlayışın genlerinde vardı. AKP Söyleminin değişmesi ile kendi dejenerasyonuna da önemli oranda engel olamadı. Bu hesaplaşma eğilimi tutarlı ya da tutarsız militer ve bürokratik kadroların sivri uçlarına yönelik devam etmektedir. Bir çeşit “Kutsal İttifak” içinde hesaplaşmayı Liberalizm’e dönüştürme çabalarına karşılık, parti içinde derinden mücadele belli oluyor. Bir takım cemaat yapılarının bunu kendi kriterlerin çerçevesinde şekillendirmek istediği belirgin. Radikal bir tabirle bu revizyonizm/bozulma tespiti doğru olsa da, aralarında çatıştığını görmemiz gerek.
Süreç içerisinde, ya değişim isteyenler yıpranır/entegre olur, ya da değiştirmek istedikleri totaliter yapıyı çözerler. Her iki hal belli oranlarda gerçekleşse de, ikinci durum bir taşma noktasında kendini süblimleştirir/ani ortaya çıkarır. Sovyetlerin Glastnost-Prestroyka sürecinde gelinen noktaya dikkat çekelim. Sonuçta Lenin heykelleri yerlerde sürüldü ve Komünist ideoloji ile hafiften hesaplaşıldı.
Totaliter sistemlerin zulümleri, süreklilik kazanamadığından zamanla gevşemeye başlar. “Bir ülkeyi küfür ile yönetebilirsiniz ama zulüm abad olmaz” ilkesi genel geçer kuraldır. Buna karşı mücadele de kararlı davranamayanlar da yozlaşmaya daha meyyaldir.
Zulüm ve yozlaşma ile mücadele, aynı şekilde ve aynı tavırlarla olmaz. Yozlaşmanın öğütücü etkisini hisseden ona karşı önlem alacak olgunluk ve ahlaki yapıyı oluşturamayanlar, genellikle kontrolü kaybederek müzmin bir muhalefet sendromuna kapılırlar. Tecrübelerle sabittir ki bu sendroma kapılanlarda ciddi bir adalet anlayışı problemleri de mevcuttur.
Küfre/cahiliyeye ve yozlaşmaya karşı mücadele şekillendikçe sistem direnerek zulme dönüşür. Burası önemli bir noktadır, bütün nebevi ve tevhidi hareketler cahiliye ve yoz sistemlere mücadeleleri şiddet içermezler, ta ki zulme dönüşmesi ile izin gelir.
“…Zalimlerden başkasına düşmanlık yoktur. 2 Bakara 193
“Zulme uğrayan kimselere savaşmaları için izin verildi. Allah, onlara yardım etmeye elbette kadirdir.” 22 Hac 39
“İçlerinde zulmedenleri hariç olmak üzere, Kitap Ehliyle en güzel olan bir tarzın dışında mücadele etmeyin.” 29 Ankebut 46
Reel Şartları Okumak
Muhaliflerin değişim sürecine katkıları olabilir mi?
Tamamen değişimi görmezden mi gelecek, değişime adapte mi olacaklardır?
Değişimi okuyarak, doğruya doğru, yanlışa yanlış diyerek, organik bağ içermeden ve siyaseti buna endekslemeden tavır almak mümkün mü? Adapte olmadan, duyarsız kalmadan, kendi duruş ve hedeflerini değiştirmeden nasıl müdahil olabiliriz?
Kimden gelirse gelsin, zulmü geriletecek bir faaliyet var, örneğin CHP başörtüsünü serbest bırakmak için, MHP darbeci girişimleri önleyecek ya da BDP özgürlükleri genişletecek, AKP militer-bürokratik yapıyı zayıflatacak bir öneri verdi. Alınacak tavır tamamen konum ve işlerliğimize bağlıdır. Potansiyel/kitlesel bir yaptırım gücünüz varsa, muhatap alınmadıkça muhalefet de edebilirsiniz. Süreç, toplumu dejenere edecek, çözecek ve sisteme entegre edecek şekilde işliyorsa olumsuz tavır da alabilirsiniz. Ya da bütün bunları süspanse edecek önlemleri alabileceğinize güveniyorsanız, toplum yararını gözeterek destekte verebilirsiniz. Bu tavırlar kendi sürecinizi işletmenize engel olmayan esnek tavırlardır. Sivil toplum örgütleri genellikle daraltılmış siyasi arenada siyasi partilere nazaran daha az siysem vesayeti altındadırlar. Siyasi bir partiye entegre olduklarında, önemli oranda fonksiyonlarını kaybederler.
Eğer esnek tavırlar yerine sert siyaset takip edecekse, suni algılanan siyasetin bütün gündemlerine ilgisiz kalınacaksa “Sivil İtaatsizlik” gibi etkin faaliyetler de mümkündür. Bu tip hareketlenme mevcut legal siyaseti tamamen tıkayacak faaliyetlerdir. Eğer buda yapılamıyorsa ilgisizlik, etkisizliğe ve toplumdan kopmaya neden açar.
Arayışlar, bazı hareketlerin sizi aforoz etmesine neden olur, fazla önemsemeyin. Bu metodun itikadileştirilmesinden kaynaklanan bir sorundur. Ve bu düşünce tarzında, Rum’un galibiyetine sevinmenin anlamı kalmaz. Yine Kitabın bütün uyarılarına, ihanet ve yozlaşmalarına karşı Yahudilerin (Ehli Kitab’ın) Müşriklere karşı neden üstün tutulduğunu da anlayamaz.
Allah elçisinin, ilkelerinden asla taviz vermeden Ebu Talip safında yer almasını okuyamıyor muyuz? Himaye mevzuunu hangi itikadi zemine oturtuyoruz?
Kaldı ki, günümüz sistemlerinde Himaye dahi kabul etmeye gerek kalmadan siyasi tavırlar belirlemek mümkün. Kimliğini açıkça belirlemiş, söylemi ile kriterleri ile apaçık bir hareket reel siyasetteki belirli tavırları alabilir. Bu tavırlar siyasi manevralar olarak algılanmalı değişkenliğe de açık olmalıdır.
Kriterlerin ve Şartların Fıkhileştirilmesi
İslam tarihinde yanlış mecraya çekilmiş, “Nasih-Mensuh” ve “Takiyye” kavramları bu sorunlar etrafında oluşmuş kavramlardır.
“Nasih,Mensuh” klasik tartışmadaki gibi, hüküm kaldırma ya da iptal etme değil, alternatif hükümlerin hangi şartlarda ve hangi aşamada uygulanacağını gösteren bir kavramdır.
Takiye yalan, yağcılık ve vesayet altına girerek yürütülen siyaset değildir. Takva/sağlam durmak, korunmak kelimesinden türeyen “Takiyye”, baskı ve zorlayıcı etkenler altında bazı şeyleri ertelemek, aşırı baskı altında gerekirse yeraltına çekilmek, imha/yok olma tehlikesi altında kendini ve söylemlerini belirli süre gizlemektir.
Referandum Üzerine
12 Eylül 2010 Pazar günü, Anayasa değişikliği için halkoylaması yapılacak. Çeşitli kesimlerin yaklaşım farklılıkları olacağı muhakkak.
Öncelikle bu halk oylaması şekil ve içerik itibarı ile İslami kesimlerin ve diğer Sivil Toplum Örgütlerinin doğrudan inisiyatifi ile oluşmadığı söylenebilir. Öneride ideolojik dayatmalarla ilgili bir değişiklik yok. Buna karşılık Sivil Toplum Örgütlerinin sistem işleyişini zorlayıcı etkileri, değişimi zorlar. Bu zaviyeden bakıldığında, inisiyatifimiz etkin olmasa da bir derece etkisinden söz edilebilir.
Referandum, kasıtlı olarak AKP’nin güven oylamasına kaydırılıyor ki, bu bütün siyasi partilerin işine geliyor. Yine referandum, 12 Eylül darbesi ile hesaplaşmak olarak algılatılmak isteniyor. Belki psikolojik olarak bu anlama gelse de, nesnel olarak ciddi bir 12 Eylül eleştirisi yok.
AKP, belki aşama aşama gerçekleştirmek istediği süreçte büyük yanlışlar yapmaktadır. Aldığı oy oranı ve parlamenter temsil gücünün yettiği durumda ( beklide darbe korkusu ile) YÖK gibi Anayasa Mahkemesi gibi kurumları kökten kaldırmaması, HSYK gibi bürokratik çeteleri etkisizleştirecek yasal değişimleri gerçekleştirmemesi bir hatadır. Muhtemelendir ki iktidarını korusa bile, aynı güç oranına bir daha ulaşamayacak ve bu imkanlara tekrar sahip olamayacaktır. Yine son süreçte Referandumu haklar- özgürlükler zaviyesinden çok kendine güven oylamasına çekip, Ülkenin klikleşmiş siyasi partileri ile bilek güreşine çevirmesi, çeşitli kesimleri potansiyel oy rakibi görerek dışlaması referandumdan “Hayır” sonucu çıkmasına neden olabilir. Bu da Militer ve bürokratik güçlere halk desteği çıktı şeklinde algılanacak ve durumu daha da kalıcılaştıracaktır.
Bizim açımızdan ise; Referandum üzerinden bir mücadele tarzı ve siyaset ekseni oluşturmak anlamsızdır, ama sonuçların da bizim hareket sahamızı etkileyeceğini görmezden gelemeyiz. Özgür-Der’in “Kur’an Nesli” oluşturmak ve “Şahitlik Yapmak” şeklinde tanımlanan birincil hedefleri bu konu ile doğrudan bağlantılı olmamasına karşılık, yolda karşılaşılan De Facto/Fiili durum görülmeli ve alınacak tavır değerlendirilmeli/tartışılmalıdır.
Anayasadaki Değişiklik Maddeleri
Değişiklikler ne getiriyor, ne götürüyor?
Nesnel olarak incelendiğinde, yapılan değişiklikler üç ana gurupta toplanabilir:
1- Anayasa mahkemesi, HSYK ve Danıştay gibi kurumların yapıları üzerindeki değişiklikler, parlamenter siyasetin elini güçlendirmektedir. Mevcut durumda ise militer ve bürokratik yapı avantajlıdır. Genel bir yaklaşımla merkezi yapı, ideolojik yapı değişmese de zayıflamaktadır.
Ayrıca bu tip bürokratik kurumlarda sayı arttırılması ve seçilmelerinin sadece kendi kontrollerinden çıkarılıp yayılması ile (Madde 146 ve 159), totaliter çetelerin etkinliğini azaltmaktadır. Buna karşılık Cumhurbaşkanlığı otoritesi fazlaca arttırılıyor ki bu kişi merkeziyetçiliğine kayma problemli.
Diğer yandan Anayasa Mahkemesi üyelerinin ömür boyu (65 yaşına kadar) görevde kalması engellenerek (Madde 147) bürokratik/oligarşik oluşlum engelleniyor. Yine Bürokratik kurumların içindeki Yüce Divan kararlarının yargıya açılması (Madde 148) ile yargısız yapılanmaları ve tasfiyeler önleniyor.
Vatandaşın Avrupa Birliği kriterleri çerçevesinde hak ve özgürlükleri hususunda Anayasa Mahkemesine başvuru imkanı açılmış.(Madde 148)
2- Genel haklar mevzuunda, bazı maddeler kısmi rahatlamalar getirmektedir.
memurlara da toplu sözleşme hakkı tanınmakta (Madde 53).
Ailenin çocuk üzerindeki yasal hakları kısmen korumaya alınsa da (Madde 41), istismar maddesi (istismar ucu açık bir kavram) ile müdahale olanağı ideolojik yorumlandığında daha faşizan yapıya dönüştürülebilir. Bu klasik anlamda uygulamaya bağlı bir durumdur. Yani, yasaların kim tarafından nasıl yorumlanacağı ne uygulanacağı sorunu. Dünyanın en iyi yasalarını, kriterlerimize uygun yasaları da getirseniz uygulayıcıların samimiyetleri önemlidir.
Kişisel verilerin öğrenilmesi ve korunmasını talep edebilmenin önünü açılıyor (Madde 20). Özellikle darbeler ve darbe dönemlerinde yoğun fişleme faaliyetleri göz önüne alındığında olumlu bir adımdır.
Vatandaşlık ödevi gibi bir sebeple yerleşme ve seyahat özgürlüğünü kısıtlayan faşizan bir cümlenin kaldırılması da olumlu bir adımdır (Madde 23).
Yüksek askeri şura’nın ihraç kararı yargıya açılarak militer kontrol zayıflatılıyor (Madde 125). Yine de ihraç harici uygulamaların hukukiliği yargı dışı.
Vatandaşların aralarındaki meselelerde askerin dokunulmazlığı kaldırılmış (Madde 145). Sıkıyönetimin askeri yargıya dönüşmesi önlenmiş ki bu önemli bir sivilleşmedir (Madde 145).
Değişiklikler önemli oranda Liberal düşünceler ve AB kriterleri etrafında şekillendirilmiş. Bizim toplumsal yapımızdaki karşılıkları muhakkak biraz sıkıntılı olacaktır. Örneğin 10. maddedeki kadınlar lehine alınan tedbirler, ataerkil toplum modelinde ev geçiminin önemli oranda erkek tarafından karşılaşıldığı ve işsizliğin yüksek oranda olduğu Türkiye’de uyum sorunu içerecektir. Bizzat çalıştığım işyerinde mesleğin erbabı çok sayıda işsiz erkek elemana karşılık karı-koca elemanlar istihdam halinde. Bu tip liberal yaklaşımlar daha çok kapitalizmin üretim-tüketim ilişkilerine hizmet eder.
3- Parti kapatmayı zorlaştıran siyasi maddelerde ise eskiye nazaran bürokratik tahakkümün işini kısmen zorlaştıran kısımlar mevcut, baraj uygulamasının devamı İktidar partisinin yine pragmatik yaklaşımıdır. Anayasa mahkemesinin parti kapatma yetkisi 69. Madde deki değişiklikle meclisin oluşturacağı komisyonların iznine bağlı kılmaktadır. Ayrıca partisi kapatılsa bile milletvekilliği düşmemektedir. Yani bürokratik tahakküm yerine, parlamenter sistemin kontrolü getiriliyor.
Üç Seçenek ve Argümanlar/Söylemler
Anayasa değişikliğine “Hayır” diyenler; Önemli oranda bürokratik ve militer yapıyı koruyucu/statükocu kesimlerdir.
“Evet” diyenler; Çoğunlukla sistem içi değişim isteyenler, Parlamenter sistemin işlerliğini artırmak isteyenlerdir. Liberal-Muhafazakar kanadın ittifakı bu yöndedir ve bir çok sağ ve sol entelektüel buna destek vermektedir.
“Boykot” yanlıları; Genel anlamı ile kendi otoriteleri açısından ve muhatap alınmamalarının etkisi ile değerlendirme yapanlardır.
Sonuçta; Etkin kuruluşlar her üç seçenekte de sistem meşruiyetini sorgulamamakta, kendi taleplerinin doğrultusunda iktidardan pay kapma savaşımı vermektedir.
Yaygın bir söylem/argüman “AKP kendi meşruiyeti ve etkinliğini oluşturuyor” üzerinde. Bu argümanı kullananlar “Hayır” cephesini oluşturuyor ki, bu cephe Cumhuriyet dönemi boyunca kendi etkinliğini oluşturmuş kesimlerdir. MHP-CHP ittifakı bu nokta da, totaliter devletçi kesimdir.
İkinci bir argüman “Yapılan değişikliklerde Kürt halkı için ne var?” itirazı etrafında. Bu BDP ve ”Boykot” cephesinin söylemi.
Özellikle BDP’nin dile getirdiği boykot seçeneği daha çok muhatap alınmama üzerine kurulu. Ama olayın bir de farklı faktörleri var. Açık konuşmak gerekirse, seküler temelde oluşan azınlık milliyetçiliği ortamın yumuşamasını istemez. Referandumdan “Hayır” çıkması ile muhafazakar politikanın iflası gönülden geçse de, bunu hem kitlesine izahta zorlanır, hem de kitleyi sandıkta kontrol edemez. Ama “Boykot” seçeneği ile kitleyi sandıktan uzak tutması mümkündür., Kürt bölgelerinde örgüt (BDP ya da PKK) organizeli güçtür/devlettir, kitle üzerinde yaptırım gücüne sahip olasına karşın 30 yıllık çatışma içerisinden gelen bölge halkı ikna edilmedikçe ya da şartlandırılmadıkça kolay kolay kontrol edemez.
Bir diğer söylem “Oluşturulan ama yetersiz değişiklikler, köklü değişikliğe engel olur”. Bunun terside mümkün “Küçük bir değişikliğin bile geri dönmesi, köklü değişikliği de imkansız kılar”
Hayırcı kanadın kurumların siyasallaştığı söylemi ilginç bir paranoyadır. Zira Siyaset zaten yönetmektir ve bütün kurumlar siyasi özelliktedir. Örneğin çoğu ülkede olmayan Anayasa Mahkemesi Almanya’da bizden çok farklı algılanmaktadır. Alman Anayasa Mahkemesi üyelerinin büyük kısmı, mevcut siyasi partilerden seçilmekte ve o kimlikleri ile yapıda yer almaktadırlar. Bizde bütün memurlar dolayısı ile bürokratik kurum mensupları yasa ile belirlenmiş ideolojik kimliğe sahiptirler. Bu açık faşist ilkenin gölgesinde, “Parlamenter Sistem” helvadan put gibidir ve halkın daraltılmış siyasi arenadaki etkisi bile engellenmektedir.
Sosyalistlerin büyük kısmının “Hayır” cephesinde yer alması, kitleden kopuk olmalarına ve bu nedenle hala militer kadrolardan medet ummalarına bağlıdır.
Sosyalist kökenli bir çok aydının “Evet” tavırları ise bireysel ve toplum yararı açısından değerlendirmelerdir.
Bir kısım İslami Sivil Toplum örgütleri “Yapılan değişikliklerde İslami kesimlerin hangi taleplerine yönelik bir iyileştirme var” diye düşünebilirler. Bu tavırlarını aidiyetin ötesinde belirleyemeyen bir siyasetin sonucudur.
Marjinal guruplar, çocukların bile farkında olduğu “AKP Ordu ve bürokrasi ile anlaşmış durumdadır” tespitinin/eleştirisinin ötesinde bir hareket metodolojisine sahip değildir ki bu da uzlaşılıyor sendromuna yol açan sığ tepkiler oluşturur.
“Yetmez Ama Evet” tavrı İslami sivil Toplum Örgütlerinin önemli bir kısmının tercihi gibi duruyor. Bunun, yetmeyen kısmın ne olduğu ve inisiyatife dayalı siyaset ile tanımlanması gerekir.
Tavrımız Üzerine
Mesele zulmün geriletilmesi mi, Müslümanların entegrasyonu mu?
Evet, Hayır ve Boykot; Üç seçenek dışında bir tavır mümkün değil, ilgisizlik bile Boykotçu bir tavırdır.
Bu üç seçenekten herhangi birisine karar vererek, köklü sistem sorgusundan, taleplerden vazgeçmeden tavır almak nasıl mümkün olur?
Benim önemsediğim hususlar (İtikadi de diyebilirsiniz) bu süreçte;
1- Vesayete girmemek,
2- Müdahane/yaranmaya sapmamak,
3- Temsil ettiğimiz kimliği, ölümcül bir risk olmadıkça açık ve net beyanımızı korumak,
4- Değişimin getireceği kapitalist yapıya direnecek kültür oluşturmak
Bunlar gözetildikçe alınacak tavrın üç seçenekten hangisi olduğu çok da önemli olmayan siyasi bir manevradır. Çok organizeli bir harekette toplu karar da alınabilir. İtikadi olmayan bu gibi manevralarda çekincelerimizi belirterek ve muhalefet şerhi koyarak ortak karara uyulur. Nitekim sosyal süreç açısından bizden daha ileri ve farklı aşamadaki, Lübnan gibi ülkelerdeki İslami hareketlerde bu durum gözlenmektedir.
Yozlaşarak kapitalistleşenlerden uzak durmalı, yalakalık ve teslimiyetle hareket edenlere acımalı. Evet!, en önemlisi bunlara direnecek ahlaki yapının yanında; Ziverbey’de, Metriste ve Diyarbakır hapishanesinde yapılanları kısmen de olsa önleyecek dönüşüme karşı çıkmama ahlaki yapısı da olmalı.
“…Onların işleri aralarındaki şûrâ iledir.
…Haklarına tecavüz edildiği zaman, birlik olup karşı koyarlar.
Bir kötülüğün cezası, onun benzeri bir kötülüktür….
…Yol ancak, insanlara zulmeden ve yeryüzünde haksız olarak tecavüzde bulunanlaradır…”
42 Şuara 38-42
Anayasa değişiklik metini için kaynaklar:
Teklif metni:
http://www.akparti.org.tr/media/www/Anayasa%20teklif%20metni.pdf
Karşılaştırmalı tablolar için:
http://www.scribd.com/doc/35047791/Anayasa-De%C4%9Fi%C5%9Fikli%C4%9Fi-Kar%C5%9F%C4%B1la%C5%9Ft%C4%B1rmal%C4%B1-Tablo
http://www.akparti.org.tr/media/www/Anayasa%20de%C4%9Fi%C5%9Fikli%C4%9Fi%20kar%C5%9F%C4%B1la%C5%9Ft%C4%B1rmal%C4%B1%20teklif%20tablosu.pdf
YAZIYA YORUM KAT