1. YAZARLAR

  2. Ayşe Hür

  3. Hepimiz Çingeneyiz, hepimiz Romanız!
Ayşe Hür

Ayşe Hür

Yazarın Tüm Yazıları >

Hepimiz Çingeneyiz, hepimiz Romanız!

13 Aralık 2009 Pazar 22:30A+A-

‘Kürt Açılımı’nın her iki tarafın da devasa yanlışlarıyla duvara tosladığı bugünlerde hükümet ‘Roman Açılımı’nı başlattı. İyi de yaptı. Çünkü Romanlar hiçbir zaman ayrı bir devlet talepleri olmadığı halde dünyanın ve Türkiye’nin en çok aşağılanan, en çok baskıya maruz kalan etnik grubu. Özgürlükçü yaşam tarzları yüzünden yüzyıllar boyunca yaşadıkları her ülkede en hafifinden garipsenmekle, daha kötüsü dışlanmakla kalmadılar, İngiltere’de, Fransa’da, İspanya’da en ağır kovuşturmalara uğradılar, hapislere atıldılar, şehirlerden sürüldüler; Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nda eğitim adına çocukları zorla ellerinden alındı, kırımlara ve sürgünlere uğradılar, Romanya’da 1864’de kadar köle olarak istihdam edildiler. Balkanlarda Osmanlı İmparatorluğu’nun mirası oldukları için iki kat aşağılandılar. Naziler tarafından toplama kamplarında imha edildiler. Eşitlik lafını ağzından düşürmeyen sosyalist ülkelerde bile koyu ayrımcılığa uğradılar. Liberal ama steril Avrupa Birliği’nin çok kültürlülük politikalarından da pek nasiplerini alamadılar, en iyi ihtimalle görünmez olmaya devam ettiler. Böylece bir çeşit kısır döngüye düştüler ve şikâyetlere neden olan bazı yaşam biçimleri kaderleri oldu.

Devlet Bakanı Faruk Çelik’in ve çeşitli Roman örgütlerinin katılımıyla yapılan I. Roman Çalıştayı’nda çok, olumlu bir hava olduğunu yazdı gazeteler. Bu haftaki yazımı, bu açılıma destek olmak üzere kaleme aldım.

Not:
Yüzyıllarca süren önyargılardan kaçınmak için olsa gerek, 1978 yılında toplanan İkinci Dünya Çingeneler Konferansı’nda, Çingene yerine, Rom (=adam, insan) kökünden gelme ‘Roma’ (Türkçede Roman) adının kullanılması istenmişti. O günden beri de bu istek yaygınlaşmaya devam etti. Bu isteğe saygı duyuyorum ama Osmanlı belgelerindeki kıptî/ kıptiyân/ çingene/ çingan/ çingâne gibi terimleri Roman şekline dönüştürmeyi doğru bulmadığımdan bu yazıda, ‘Çingene’ terimini kullanacağım. Umarım kimsenin kalbini kırmam.  


Binlerce yıldır yollarda


Çingenelerin 9. yüzyılda, önce İran’a, 11. yüzyılda da Selçuklu akınlarından kaçarak Ermenistan üzerinden Bizans’a geldikleri, buradan da 1300’lerin başında Balkanlar yoluyla Avrupa’ya geçtikleri sanılıyor. Geldikleri ülke ise halk arasında sanıldığı gibi Mısır değil Hindistan, çünkü kullandıkları dil Hindi, Gujarati ve Keşmiri gibi Hint ağızlarından unsurlar taşıyor. Çingenelere değinen ilk Bizans kaynağı 855 tarihli. Ayrıca 1068 yılında yazılmış Aya Yorgi adlı bir azizin yaşam öyküsünde İmparator IX. Konstantinos Monomahos’un hayvanat bahçesindeki vahşi hayvanlardan bulaşan bir hastalığa çare bulması için çağrılan ‘adsincani’ lakaplı Simon adlı bir kişiden bahsediliyor. Bizans kaynaklarına göre ‘Büyücü’ veya ‘vantrolog’ anlamına gelen adsincani, bugün Çingeneler için kullanılan Yunancadaki Atzinganoi, Almancadaki Zigeuner, Fransızcadaki Tsiganes, İtalyancadaki Zingaro, Lehçedeki Cygan, Macarcadaki Cziganyok, Ermenicedeki Tzigan, Türkçedeki Çingene sözcüğünün kökenini oluşturan Gürcüce bir sözcük.  


Çingene Sancağı


Osmanlı kayıtlarında Çingenelere ilk kez 1430 tarihli Bulgaristan’daki Nikopol Sancağı Tımar Defteri’nde rastlanır. Çingenelerin İstanbul’a dışarıdan mı geldiği, yoksa Konstantinopolis’ten miras mı kaldığı konusunda kesin kanıtlar olmamakla birlikte, Çingeneleri “kâfirler ile kızıl yumurta, Müslümanlar ile kurban bayramı, Yahudiler ile kamış bayramı yapan kavim” olarak tarif eden 17. yüzyıl Osmanlı seyyahı Evliya Çelebi’ye göre Çingeneler İstanbul’a II. Mehmet (Fatih) döneminde (hd 1451–1481) gelmişlerdi. (Genel olarak ‘dinsiz’ oldukları sanılan Çingeneler, Balkanlarda önce Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nda çoğunlukla Hıristiyan olarak yaşamışlar, Osmanlı Dönemi’nde ise Müslümanlıkla tanışmışlardı. Tarih boyunca da içinde bulundukları toplumun dinini kabul etme eğiliminde olmuşlardı.) Kendilerine Edirne Kapısı civarında yerleşme izni verildiği halde, daha sonraki tarihlerde, Balat, Ayvansaray, Lonca, Sulukule, Üsküdar, Kasımpaşa ve Ortaköy gibi mahallelere doğru yayılmışlardı. 1487-1489 tarihlerine ait kayıtlara göre ise, Merkezi Kırkkilise (bugün Kırklareli) olan ve Eski Hisar-ı Zağra, Hayrabolu, Malkara, Döğenci-Eli, İncügez, Gümülcüne, Yanbolu, Pınar-Hisar, Pravadi, Dimetoka, Ferecik, İpsala, Keşan ve Çorlu bölgelerini içine alan bir Çingene Livası (Livâ-i Çingâne) oluşturulmuştu. Bu livada o tarihlerde 3.237 Çingene hanesi yaşıyordu.  


Osmanlı hoşgörüsü


Kayıtlara bakılırsa Osmanlılar Çingenelere Avrupalılar gibi önyargılı yaklaşıyorlar ancak onlar kadar sert davranmıyorlardı. Nitekim Osmanlı ülkesinde Çingeneler sadece müzisyen değil, tenekeci, nalbant, kuyumcu, kılıç ustası, marangoz, ayakkabıcı, raptiyeci, derici, terzi, halıcı, hırdavatçı, helvacı, kasap, bahçıvan, katırcı, gardiyan, cellat, kurye, maymun yetiştirici, az da olsa yeniçeri, subaşı ve cerrah olabiliyorlardı. 1526’da Mohaç Savaşı’ndan sonra Macaristan’daki Çingene nüfustan bir bölümü Osmanlı ordusuna demirciler, berberler, müzisyenler, cellâtlar olarak katılmış, ordu dönerken yanında bu grupları da getirmişti.  


Cingâne Kanunnameleri


Fatih Sultan Mehmed’in (hd 1451-1481) “Rumeli’nün Etrâkinün Koyun Âdedi Hükmi” başlıklı fermanı Osmanlı Devleti’nde Çingenelerle ilgili ilk hukuki belge niteliğini taşır. İslam hukukunda “Koyun Âdeti” ya da resm-i ağnâmı denen koyun vergisini düzenlemek için çıkarılan bu kanunnameye, vergi ile ilgisi olmayan Çingenelerin neden konu edildiği belli değil. Beş paragraflık fermanın dördüncü paragrafı Çingenelerden 42’şer akçe vergi alınması, bu miktarı kesinlikle aşılmamasını, hisarların takviyesinde ya da demircilik işinde çalışan Çingenelerden haraç alınmaması, toplanan vergiler için kendilerine bir belge verilmesi, Çingenelerin Müslümanlığı kabul edenler, eğer Müslümanlarla oturmazlarla haraç alınmaya devam edilmesi hükme bağlanıyor.

Sadece Çingeneler için çıkarılan ilk kanunname ise II. Beyazıd’ın 1497 tarihli Kanun-ı Cizye-i Cingânehâ’sı. Bu kanunname ile merkezi Kırk Kilise (bugün Kırklareli) olan bir Cingâne Sancağı kurulmuş, sancağın başında Çingene Beyi ya da Mir-i Kiptiyân denilen bir reis tayin edilmiş. Müslüman Çingeneler vergi olarak ayda 22 akçe öderken, gayrı Müslim olanlar 42 akçe ‘haraç’ ödüyorlarmış.  


Müsellem Çingeneler


Kanuni Sultan Süleyman Döneminde (1520-1566) çıkarılan “Kanunnâme-i Kıbtiyân-ı Vilayet-i Rumeli” ile Müslüman Çingenelerden 22 akçe vergi alınmaya devam edilmiş ancak gayrı Müslim olanların haracı 31 akçeye düşürülmüş. Kanunnamenin ikinci maddesinde İstanbul, Edirne, Filibe ve Sofya’da yaşayan oyun ve eğlence işleri ile uğraşan Çingene kadınlarından ayda yüzer akçe vergi alınması emrediliyor. Yedinci maddede ise ‘âzâdegân’ denilen Müslüman Çingenelerin ‘yave kâfirler’ denilen Gayrı Müslim Çingenelerle yaşamaları halinde ‘kınanarak terbiye edilmeleri’ isteniyor.

Bu dönemde Rumeli’ndeki Çingeneler ‘müsellem’ yani piyade teşkilatına sokulmuş, bunların içinden bir bölüm de ocaklar halinde örgütlenmişler. Çingene müsellemlerinin de vazifesi seferde top çekip yol yapmak ve askere erzak taşımak gibi, geri hizmetleri imiş.

III. Murad döneminden itibaren, diğer askeri teşkilat gibi, Çingene teşkilatı da bozulmağa başlamış. 1579 da, İran Savaşı sırasında, Bender tarafına hizmete memur edilen Çingane müsellemleri, defterin teslim edilmediğini bahane eden yamakların harçlık vermemeleri yüzünden kazan kaldırınca, Çingeneleri yola getirmek için devlet zora başvurmuş.  


Malum sorunlar


Çingenelerin, din değiştirmeleri için baskıya uğramadıklarını ancak 16. yüzyıldan itibaren “fuhuşu teşvik ettikleri, soygun, cinayet ve hırsızlığın yayılmasına katkıda bulundukları” için İstanbul’dan atılmaları için fermanlar çıkartıldığını, sürüldükleri Anadolu kasabalarında “göçebe olarak gezdikleri ve erkek kılığına soktukları genç kadın ve kızlarıyla fuhuş yaptırdıkları” için sürekli kovuşturmaya uğradıklarını kayıtlardan biliyoruz. Ama Makedonya’nın Üsküp şehrinde, Tophane Mahallesinde yaşayan ‘Barutçu Çingenelerinin’ güzel kızları, tertemiz ve şık kıyafetleri, mavi badanalı tertemiz evleriyle meşhur olduğuna dair Osmanlı belgeleri de var.

1695’te 45 bin (9 bin hane), 1853-54 tarihleri arasında Rumeli Eyaletlerinde 214 bin Çingene (45 bin hane) yaşadığı sanılıyor. Osmanlı modernleşmesinin önde gelen temsilcilerinden Mithat Paşa’nın 1860’ta Çingeneleri yerleşik yaşama geçirmek için yoğun çabalar harcadığı ancak başarılı olamadığı biliniyor. 1874’te Çingenelerin ‘bedeli askeri’ ödemek yerine orduya alınmaları konusunda da adımlar atılmış ama sonuca ulaşılmamıştı.  


Cumhuriyet’in hoşgörüsüzlüğü


1878 ile 1912 dönemi arasında Bulgaristan’dan, 1923'teki Nüfus Mübadelesi ile Yunanistan’dan Türkiye’ye büyük Çingene göçleri oldu. Bunları 1927, 1933, 1935 ve 1936-37 göçleri izlemiş. Ama Türkiye’ye yeni gelenlere pek misafirperver davranmadı, çünkü 1934’te çıkarılan ve hala yürürlükte olan 2510 sayılı İskân Kanunu’nun 4. maddesi “Türk kültürüne bağlı olmayan, anarşistler, göçebe Çingeneler, casuslar ve memleket dışına çıkartılmış olanlar Türkiye’ye ‘muhacir’ olarak kabul edilemezler” diyordu. Bugün buna ek olarak, 5682 sayılı Pasaport Kanunu’ndaki “serseriler dilenciler, milli güvenlik, genel güvenlik” belirsiz kavramlara dayanarak Çingenelerin Türkiye’ye girmesi yasaklanabiliyor.  


Dışlanmaya devam


Bugün Dünyada tam olarak kaç Çingene yaşadığını bilmiyoruz. Rakamlar 15 ila 30 milyon arasında değişiyor. Bunların 12 milyonunun Avrupa’da, sekiz milyonunun Balkan yarımadasında, Orta Avrupa’da ve eski Sovyetler Birliği coğrafyasında yaşadığı tahmin ediliyor. Halen Romanya, Bosna-Karadağ, Yunanistan ve Bulgaristan’da Türko-Gifti (Yifti) Türski Çigani gibi adlarla anılan gruplar hem Çingene hem Müslüman oldukları, hem de Türkçe konuştukları için katmerli şekilde horlanıyorlar. İtalya, Fransa gibi AB’nin merkez ülkelerinde bile Çingenelerin hali harap.

Türkiye’de de durum aynı. 1993’de Edirne Milletvekili Erdal Kesebir’in; 2001’de Van Milletvekili Fethullah Erbaş’ın iyi niyetli çabaları sonuçsuz kaldı ve İçişleri Bakanlığı’nın 23 Ekim 2003 tarihli genelgesiyle yurttaşlık başvurusunda bulunanların “Çingene olup olmadıklarının araştırılmasının” istenmesi AB’nin 2003 Türkiye İlerleme Raporu’na yansıdı. O günden bu yana ciddi bir adım atıldığı yok.

Türkiye’de resmî rakamlara göre 500 bin, gayrı resmî rakamlara göre iki milyon Çingene-Roman var ve ağırlıklı olarakKırklareli, Edirne, İstanbul, Düzce, İzmit, Ankara, Afyon, İzmir, Denizli, Tokat, Sivas, Samsun, Adana Kahramanmaraş, Gaziantep ve Mardin yaşıyorlar. Yaşıyorlar ama biz onların farkına sadece suç işlediklerinde, sit-com dizilerde, ya da müzik alanında varıyoruz. Halbuki bu topraklarda yaşayan tüm insanlar gibi Romanların de pek çok sosyal, ekonomik, politik ve kültürel sorunları var. Onlar da herkes gibi daha güzel ve daha güvenilir bir yaşam diliyorlar. Onlar da hayatlarını alınlarının teriyle, çalışarak kazanmak istiyorlar. Toplum tarafından kabul edilmek, beğenilmek istiyorlar. Hükümetin ‘Roman Açılımı’nın, kısa süre önce ‘Kentsel Dönüşüm’ adı altında İstanbul’daki tarihsel yerleşim yerleri Sulukule’den ve diğer bölgelerden zorla çıkartarak şehrin çeperlerine itilen İstanbul Romanları başta olmak üzere, tüm Roman vatandaşlarımızın hepsi birbirinden zorlu sorunlarına çare olması umuduyla yazımı bitiriyorum…  


‘Unutulmuş Soykırım’: Porrajmos


II. Dünya Savaşında tüm Avrupa’da kaç Çingenenin soykırıma uğradığı bilinmiyor. Tahminler 200 bin ila 800 bin arasında değişiyor. Çünkü savaş öncesi ve sonrasında bu toplulukların nüfusları hakkında doğru dürüst kayıtlar yok. Ayrıca, Yahudi Soykırımı’na (Holocaust) yapılan güçlü vurgu, ‘Çingene Soykırımı’ Porrajmos’un gölgede kalmasına neden olmuş görünüyor.

Aslında Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Almanya’da başlayan çingene avının kökenleri, 1899’da Münih’te imparatorluk emniyetinden Alfred Dillman tarafından kurulan ve sonradan ‘Çingene Tehlikesiyle Mücadele’ adını alan ofise dayanır. Nazi ideologlar, özürlüler, Çingeneler ve Yahudilerin Alman ırkını nasıl bozduğuna dair teorilerini 1933’de olgunlaştırmışlardı. 1935 Eylül’ünde çıkarılan “Alman Kanını ve Onurunu Koruma Kanunu”nda (Nüremberg Kanunu) Çingenelerin de adı geçiyordu. 1938-39’da Çingenelere yönelik baskılar 13 Ekim 1942’de çıkarılan emirle çehre değiştirdi.  


Çingeneler toplama kamplarına


1941 ilkbaharında Almanlar Eski Yugoslavya topraklarını işgal ettiklerinde Ustaşa denilen faşist Hırvat çetesinin kontrolü altına giren Bosna-Hersek’te kurulan Bağımsız Hırvatistan Devleti (Nezavism Drzhava Hrvastka) Hükümeti’nin ilk işi, kamusal alanlara ve ulaşım araçlarına “Sırplara, Yahudilere ve Göçebelere [Çingenelere] Yasaktır” posterleri asmak olmuştu. ‘Ari Kanı ve Hırvat Halkının Onurunu Koruma Kanunu’ ve ‘Aynı Irka Ait Olma Kanunu’ uyarınca, iki veya daha fazla kuşaktan beri Çingene olanlar, mal ve mülkleri müsadere edildikten sonra toplama kamplarına gönderilmişlerdi. Müslüman Çingenelere Ortodoks soydaşlarından daha yumuşak davranıldı ancak Sırbistan’daki toplama kamplarından en ünlüsü olan Jasenovac’da 28 bin (Çingene bilim adamlarına göre 60 bin ile 80 bin arasında) Çingene öldürüldü.

Ağustos 1942’de Sırbistan ‘Yahudi ve Çingene sorununu çözdüğünü’ ilan eden ilk ülke oldu. 1943’te Mussolini rejiminin devrilmesinden sonra İtalyanlardan Almanların kontrolüne geçen Arnavutluk’taki Çingenelerin etnik kökeni konusundaki belirsizlikler canlarını kurtarmalarını sağladı.

1941’den itibaren Almanya’nın müttefiki olarak Makedonya ve Trakya’nın kontrolünü üstlenen Bulgaristan’da Kral Boris’in çıkardığı Yahudi düşmanı ‘Ulusun Korunması Kanunu’nda Çingene adı geçmiyordu ama Mayıs 1942’de Çingenelerin kamu yararına zorunlu çalışmasına karar verildi. Ağustos 1942’de Bulgarlarla evlenmeleri yasaklanırken, bazı Müslüman Çingeneler din değiştirmeye zorlandılar. Yine de, 1943’ün başında Kral Boris, Makedonya ve Trakya’daki bütün Yahudileri toplama kamplarına gönderirken Bulgar vatandaşı olan Çingeneleri sürgünden muaf tuttu. Dolayısıyla savaş sırasında sadece (!) 5 bin civarında Bulgar Çingenesi hayatını kaybetti.

Bulgaristan’ın kontrolü altındaki Makedonya Çingeneleri de Boris’in tavrı sayesinde soykırımdan kurtuldular. Yunanistan’daki Çingeneler ise 1943’te tam Auschwitz toplama kampına gönderiliyorlardı ki, (bir iddiaya göre) Atina Baş Piskoposunun müdahalesi ile kurtuldular. En büyük kırıma ise Romanya Çingeneleri uğradı. 300 bin Romanya Çingenesinden yaklaşık 36 bini (Çingene araştırmacılara göre 90 bini) Nazi toplama kamplarında hayatını kaybetti.

Kaynakça:
Osmanlı Kanunnameleri, I. Kitap, s. 397-8, II. Kitap 383-4, V. Kitap, s. 46-51, VI. Kitap, s. 511-521, FEY Vakfı, 1990-1993; M. Tayyip Gökbilgin, “Çingeneler” maddesi, İslam Ansiklopedisi, MEB Yayınları, 1977; Ian Hancock, The Pariah Syndrom, Ann Arbor: Karoma Publishers, 1987; George C. Soulis, “The Gypsies in the Byzantine Empire and the Balkans in the Late Middle Ages,” Dumbarton Oaks Papers, C. 15, 1961, s. 143–165; Angus Fraser, Çingeneler (Çev. İlkin İnanç), Homer Yayınları, 2005; Elena Marushiakova, Veselin Popov, Osmanlı İmparatorluğu’nda Çingeneler (Çev. Bahar Tırnakçı), Homer Yayınları, 2006; In the Shadow of the Swastika: The Gypsies during the Second World War ,(Yay. Haz. Donald Kenrick) University of Hertfordshire Press, 1999; The Gypsies of Eastern Europe (Yaz. Haz. David M. Crowe, John Kolsti), Armonk, NY: M. E; Osman Cemal Kaygılı, Çingeneler, Bilgi Yayınevi, 1972 (Roman).

TARAF

YAZIYA YORUM KAT