“Helak olup gidecek dünya, yakındır!”
İsmail Kılıçarslan, ismini vermediği bir yerde sadece kahramanlarının adlarını zikrettiği bir hikayede çok şey anlatıyor...
İsmail Kılıçarslan / Yeni Şafak
Poşet
O cumartesi günü, deniz kenarındaki o uzun caddedeki o en ışıltılı dükkanın vitrinindeki güllü dallı elbiseyi almaya söz vermişti kızına. Küçük kızı Fatma, sonraki günler boyunca her akşam “Alacaksın değil mi?” diye sormuş, o da baston olarak kullandığı fukaralığa her cevapta biraz daha yaslanarak “alacağım kızım” diye cevap vermişti bu sorulara.
Alacaktı almasına ama basit ancak cevaplanması zor bir soru vardı elinde: Hangi parayla?
Her sabah erkenden gittiği işçi pazarında bir gün iş çıksa diğer gün boş boş oturuyordu. Çalıştığı günlerde kazandığı para evdeki beş boğaza anca yetiyor, kızların okul masrafı, yaşlı annesinin ilaçları derken elde avuçta hiçbir şey kalmıyordu.
Doğrusu bu ya, elinden her iş gelir bir kadıncık olan eşinin diktiği urbalar, gereğinde taşı kaynatıp pişirdiği yemekler olmasa durumları daha da feci olurdu. Ama tutumlu, maharetli bir kadındı hanımı. Sade ev işleri de değil. Elbiselere yaka dikme, düğün davetiyesi yazma, tokaya taş takma gibi parça işler alarak da eve biraz daha para girmesini sağlıyor, az biraz nefes alıyorlarsa o paralar sayesinde oluyordu.
Fakat bu ara hanımın işleri de kesattı. Şöyle üç kuruş artırıp, aslında fiyatı makul bile sayılabilecek o elbiseyi bir türlü alamamıştı kızına.
O akşam, işsizlikten arkadaşı Hamza seslenmişti Abdullah’a kapı önünden. Yakın bir yerde bir binanın kanalizasyonu arızalanmış. Acilen hem tamirat hem de bina temizliği olacağından, üstelik hem tatil olduğundan hem de üzerine gece çalışılacağından üç yevmiye verecekmiş mal sahibi.
Abdullah sevine sevine çulunu çaputunu giymiş, çıkarken Fatma’ya “Allah elbisenin parasını yolladı kızım, yarın akşamüzeri hazır ol da elbiseni alalım” diyerek seğirtmişti işe.
Tövbe. İşten kaçtığını, hele kürek emzirdiğini ne gören vardı ne duyan. İşe girişti mi dağ olsa deler, kaya olsa kırardı. O gece de öyle yapmıştı. Hamza’yla birlikte işe girişmiş, tamiratı umulmadık bir çabuklukla sabah ezanı okunurken bitirmişler, ellerine kovaları, bezleri alarak temizliğe geçmişlerdi. Öğlen ezanıyla birlikte temizlik de bitmiş, olan bitenden çok memnun kalan ev sahibi iki arkadaşa paralarını fazlasıyla vermiş, üzerine bir de yemek ikram etmişti.
Ah. Ne güzel bir gündü o gün. Abdullah eve gelmiş, Fatma’nın okuldan dönmesini beklerken bir güzel kırklanmış, eşinin “biraz uyusaydın” tavsiyesine kulak asmadan “hele elbiseyi alıp gelelim de nasılsa uyurum” demişti. Eşinin kendisine nasıl da sevgi ve minnetle baktığı da dikkatinden kaçmamıştı elbet. Dur bakalım, evlendikleri günün sabahında ne demişti kendisine: “Doğacak çocuklarımıza da, hasta annene de babalık etmenden başka bir niyazım yoktur.”
Dükkanda işler umduklarından da iyi gitmişti. İyi bir adam çıkan dükkan sahibi elbise için bir miktar indirim yapmış, hatta Fatma’ya, o uzun ve simsiyah saçlarına çok yakışacak bir de çiçekli toka hediye etmişti.
Aman ne seyirlik manzaraydı o akşam. Fatma, çiçekli elbisesiyle danslar etmiş, şarkılar söylemiş, yorgun düşüne kadar koşuşturmuş, hatta elbisesiyle uyumaya kalkışmıştı. Annesi tabii ki müsaade etmemişti.
Şimdi, şu anda, Fatma’dan geriye kalan beden parçalarını bir poşete doldurduğu o birkaç dakikada hatırladı bütün bunları Abdullah. “Ev” dedikleri yerden geriye molozlar ve o esnada evde olan Fatma’nın bedeninden minik parçalar kalmıştı.
Elindeki poşet, deniz kenarındaki o uzun caddedeki o en ışıltılı dükkanın poşetiydi. Şimdi ne o dükkan kalmıştı ne de o şehir geriye. Milyonlarca insanı ölüme mahkum eden dünyanın sessizliğinde Abdullah, kızını bir poşete dolduruyordu. Ve nedense bu kahrolası, yere batası, yakılıp yıkılası dünya dönmeye devam ediyordu. Abdullah, poşeti göğsüne bastırırken başını da yukarıya, göğe kaldırdı. Ağlamıyor, daha doğrusu ağlayamıyor, tek kelime etmiyordu. Orada, gökyüzünde, Fatma’nın tokasındaki çiçeklere benzer bir kamaşma fark etti. “Yakındır” diye düşündü, “helak olup gidecek dünya, yakındır.”
HABERE YORUM KAT